Tahran üzerine yazmak zor, çünkü şehir, kendini sevdirmeye çalışan ama bu uğurda pek çabalamayan bir karakter gibi davranıyor. Havası ağır, trafiği karmaşık, temposu yorucu.
Fakat bu yoğunluk içinde ansızın karşılaştığınız bazı yapılar var ki, tüm bu keşmekeşi unutturuyor. Gülistan Sarayı yalnızca bir saray-müze değil. Perslerden 19. Yüzyıl'a uzanan, hayli uzun bir dönemin bütün mimari unsurlarını ve bezeme sanatlarını bir arada görebileceğimiz harika bir sanat müzesi. Üstelik Yalnızca İran mimari ve sanatının değil, aynı zamanda bir dünya görüşünün, bir zaman anlayışının, bir estetik algısının da ifadesi.
Saray kompleksi, bugünkü mütevazı sınırlarının ötesinde bir anlam taşıyor. Safevi döneminde ilk adımı atılan, Kaçar hanedanıyla kimliğini bulan bu yapı; İran’ın devlet mimarisinin, tören estetiğinin ve saray hayatının nasıl şekillendiğini göstermekle kalmıyor , aynı zamanda o dönemin zihin dünyasını da dışa vuruyor. Burada zaman geçirmek bir duvara bakmak, bir bahçeye hayran kalmak yada el sanatlarının çeşitliliğine hayret etmek değil, bir düşünce biçimi okumak.
İlk dikkat çeken bölüm, şüphesiz ki Mermer Taht Salonu.
Sadece ihtişamıyla değil, taşıdığı simgesel anlamla da büyüleyici. İrili ufaklı yansıtıcı aynaların altında yer alan taht; mermerden oyulmuş figürlerin omuzlarında yükseliyor. Her biri bir duruş, bir tavır, bir ifadeyle oyulmuş bu figürler, adeta gücün ve görkemin taşıyıcıları olarak kurgulanmış. Üst üste yansıyan aynalarla çevrili bu sahne, Şah’ın otoritesini sonsuzlaştıran bir simetriyle kurulmuş.
Sarayın diğer bir özgün mekânı ise Kerim Han Halveti.
Mimari sadelikle zarafetin dengelendiği bu yarı açık mekân, zamanın yavaşladığı bir alan hissi yaratıyor. İçerideki mermerden yapılmış yatay Nasirüddin Şah’ın heykeli, devrin temsil estetiğini doğrudan aktaran nadir örneklerden. Duvardaki çiniler ise başlı başına bir anlatı kuruyor. Mavi, sarı, pembe ve siyahın birlikte dans ettiği bu bezemeler, İran sanatının yalnızca simetriden ibaret olmadığını; aynı zamanda duygu, hikâye ve çağrışımla beslendiğini gösteriyor. Yapının selam kısmına bakan bölümünde yer alan mavi turkuaz ağırlıklı çinilerde İslam öncesi ve sonrası motiflerin birlikte harmanlandığı hikayeler yer alıyor.
Aynalar Salonu,
klasik anlamda bir mimari unsurdan çok, bir düşünce metaforu gibi. İran estetiğinde ayna, yalnızca ışığı yansıtmıyor ; kişi aynada kendi hakikati ile yüzleşiyor ve içsel hesaplaşması ile baş başa kalıyor. Bu salon da tam olarak bunu yapmak mümkün mü yada bu amaçla mı yapılmış tartışılır.. Yüzlerce parçadan oluşan aynalar mekânı sadece aydınlatmıyor, burada yaşamışların kültürlerinde yer alan ayna felsefesini ne kadar içselleştirdiklerini sorgulatıyor. Salonda yer alan yağlıboya tablolar ise bu düşünsel atmosferin Avrupa’ya açılan penceresi gibi. Muhammed Ghaffari Kaşani (Kamal-ol-Molk) imzasını taşıyan eserler, hacim ve ışık kullanımıyla 19. yüzyıl İran resminde Batı etkisinin açık bir örneği. Salonun aynalı yapısıyla birlikte düşünüldüğünde, resimlerin yüzeyinde başka bir anlam tabakası oluşuyor: Görselin görseli, yansıyanın tartışmalı gerçekliği.
Şems-ül İmare, yani Güneş Binası ise saray kompleksinin dikey hamlesi. Yüksekliğiyle diğer yapıların arasından sıyrılan bu ikonik bina, Nâsırüddin Şah’ın Avrupa seyahati sonrası duyduğu hayranlığın bir izdüşümü. Yapı, teknik olarak Batı’nın yüksek yapıları kadar iddialı olmasa da, mimari niyetiyle oldukça güçlü. Binanın ortasına Kraliçe Victoria tarafından gönderilen saat yerleştirilmiş. Zamanı göstermekle yetinmeyen bu saat, aslında Doğu-Batı ilişkilerinin ve modernleşme arzularının da bir simgesine dönüşmüş durumda.
Ve elbette ki çini panolar…
Sarayın hemen her cephesinde, her duvarında, her kemerinde karşılaştığınız bu panolar, yalnızca bezeme değil, birer hafıza. İran’da çini, hem iç hem dış mimaride yüzeyin düşünceyle işlendiği bir katman. Çiçek motifleri, insan figürleri, av sahneleri, aşk tasvirleri… Her biri, zamanın bir kesitini estetikle sabitlemiş gibi. Özellikle Kerim Han Halveti’nin giriş duvarındaki iki kadın figürü, 18. yüzyıl Avrupa’sından ithal edilen romantik üslubun İran’da nasıl içselleştirildiğini de gösteriyor.
Gülistan Sarayı’nı yalnızca “güzel” ya da “ihtişamlı” sıfatlarıyla anlatmak yetersiz kalır. Burası, İran’ın tarih boyunca nasıl düşündüğüne, neyi yücelttiğine ve nasıl bir yaşam arzuladığına dair sessiz ama çok katmanlı bir ifade alanı. Bunu anlamak için ise sadece bakmak yetmez; okumak, sezmek, bağlamlar kurmak gerekir.
Tahran’da hayat trafikle yarışırken, Gülistan Sarayı zamanı çiniyle, aynayla, mermerle durduruyor. Sizi dış dünyanın keşmekeşinden çıkarıp başka bir dünyaya çağırıyor. Belki de bu yüzden, saraydan çıkarken “güllük gülistanlık” deyiminin gerçek anlamını ilk kez anlıyor insan.