Çelebilerin (Hacı Nazif Çelebi&Hattat-Hâfız Müşerref Çelebi) hayrulhalefi Mustafa Vefa Çelebi üstad ile gerçekleştirdiğimiz Kazakistan-Özbekistan seferimizin ilk durağında Turan yurdu Türkistan’dayız!
Yeşil, turkuvaz kubbelerin serin gölgesi altında zikir âyetlerini ve Ahmed Yesevî’nin hikmetli sözlerini işitiyoruz!
Gözlerini, Türkün Şenlendirme Asırları’nda inşa edilen Yesevî türbesinin (biz buna Yesevî Dergâhı diyoruz) celî sülüs âyet-i celîlerle müzeyyen dış cephesine mıhlayan hakikatli mühendis, yol arkadaşlarımızdan Muhammed Efendi’nin gönül dilinden Ahzâb Sûresi’nin “Ey îmân edenler! Allah'ı çokça zikredin!” meâlindeki 41’inci ayet-i celîlesi neş’et ediyor. Hattat-Hâfız Müşerref Hanım da zikir âyetlerini ne kadar da çok yazıyordu değil mi?
Kazakistan’da ikisi öğrencim, biri de talebe arkadaşım olmak üzere hepi üç tanıdığım var. Zâtıâlilerine, bendelerinin Türk olmasından mütevellid Silsile-i Meşâyîh-ı Türk unvanı münasip görülen Hoca Ahmed Yesevî’nin dergâhının eşiğinde 21 milyon nüfuslu ülkede yedi milyonda birlik tevafuk gerçekleşiyor. Geride kalan otuz yıllık süreçte sadece bir defa görüştüğümüz Kazakistan Uluslararası Turizm ve Misafirperverlik Üniversitesi Türk Dili Okutmanı Dr. Mehmet Kavaklı, titrek elleriyle omuzuma dokunarak “İbrahim Ethem hocam tüylerim diken diken oldu! Gerçekten siz misiniz?” dedikten sonra hasbihalimize ortak oluyor. “Sayram’dan Otırar’a, Buhara’dan Türkistan’a uzanan bu manevi yolculuk, aslında sadece bir geziden ibaret değil; aynı zamanda bir gönül seferi. Hoca Ahmed Yesevî’nin izinden yürürken, onun sade ama derin anlatımıyla İslâm’ı yaşatma çabasına tanıklık eder, zamanın ötesine geçen bir hikmetle baş başa kalırsınız.”
Zamanın ötesine geçen hikmet
Zamanın ötesine geçen hikmet zikirden başka ne olabilir ki! Dergâhında asırlar boyunca zikir sesleri eksik olmayan Hâce Ahmed Yesevî’nin huzurunda ol demde mânevî bir zikir meclisi kurulmaz mı? Kurulur elbet!
Heyhat! Dâr’ul-Emân’da halkaya duruldu! Halkanın ortasındaki nûrânî silüet, Mekteb-i İrfan hâdimi Mevlânâ Celâleddin Efendi değil mi? “Pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devrânına hû” diyen zâkirbaşı Seyfullah Hoca “(Ey Habîbim!) İşte gerçekten şunu bil ki, Allah'dan başka ilâh yoktur!...” meâlindeki âyet-i kerimeye (Muhammed Sûresi-19) ses verdikten sonra kadim dergâhın içinde zikir kalpten kalbe yol buldu; ol demde cezbeye gelen Recâî Efendi’nin “Allah, Allah” nidaları Kazak-Türk Üniversitesi’nin çatısında nasibini bekleyen güvercinlerin kanadında Mescid-i Nebevî’ye ulaştı!
Hasbî Rabbî cellallâh
Zikir kalpten kalbe yol buldu; Mustafa Vefa Bey ve hakikatli Mühendis Muhammed Efendi’yle birlikte halkanın ortasına alındık. Zâkirin kalp gözü iyiden iyiye açıldı, ezkâr gönülleri kuşattı, başzâkir cezbeye geldi; Recâî Efendi’nin dili damağına dayandı, bedenen ve ruhen zikre durdu: Hasbî Rabbî cellallâh, mâ fî kalbî gayrullâh nûr Muhammed sallallâh lâ ilâhe illallâh…
Lâ ilâhe derken nefes şiddetle sağ omuza indirilir, baş biraz arkaya eğilir, sonra illallâh lafzı kalbe vurulur
Lâ ilâhe illallah zikrine gelindiğinde Recâî Efendi nefesini sağ omuzuna şiddetli bir şekilde indirdi, akabinde başını arkaya doğru eğerken Tanrı dağlarının zirvesindeki karlara benzeyen bir karış uzunluğundaki sakalları dalgalandı, sonrasında da illallah lafzını kalbinin üzerine vurdu!
“Hû”lar “ah”lara karıştı!
‘Hû’lar “ah”lara karıştıktan, halka sakinleştikten sonra Mühendis Muhammed, Celâleddin Efendi’nin pak veçhesini temâşâ etmeyi yeğlerken Mustafa Vefa Çelebi’nin koluna girdim. İstikamet Ahmed Yesevî Hazretleri’nin çilehânesi… Dergâhın medrese bölümünde iki rek’at tahiyyet’ül-mescid namazı kıldıktan sonra arkalardan yetişen Dr. Mehmet söze kaldığı yerden devam etti: “Ahmed Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşünceleri müridleri vasıtasıyla Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarikata Yeseviyye denildiği gibi Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına nisbetle Sultâniyye de denilmiştir.”
Kolunu, elini-eteğini çağdaş medeniyetin kadife görünüşlü öğütücü demir çarklarına kaptıran günümüz insanı etrafındaki güzellikleri; bâhusus mânevî değerleri çoğu kez göremiyor, es geçiyor. Muasır insanın gözü gibi gönlü de has kıymetleri umumiyetle fark edemiyor; neyi kaçırdığını, hangi medeniyet umdesinden bîhaber olduğunu, Ümmet-i Muhammed’e hamle çapında hizmetleri sebkat eden önemli zatların varlığını idrak edemiyor.
Hoca Ahmed Yesevî’nin ruh izi, zikir sesi…
İrfanın nabzının attığı, ilmin kandilinin Zuhal yıldızı misali yanıp durduğu Türkistan… Turan illeri… Hoca Ahmed Yesevî’nin ruh izi, zikir sesi…
Değerli okuyucularım… Turan’ın kalbinde, Kazakistan’ın güneyinde yer alan Sayram köyüne adım attığınızda, tarihin ve mâneviyatın derin nefesini işitirsiniz. Bu mütevazı köy, yalnızca tabii güzellikleriyle değil, aynı zamanda Türk-İslâm dünyasının en önemli mânâ önderlerinden biri olan Hoca Ahmed Yesevî’nin doğum yeri olması hasebiyle de ayrı bir öneme sahiptir.
Hazret’in huzurundayız!
Artık Hazret’in huzurundayız! Yaşı kemâle ermiş, saçları, sakalı beyazlamış, gözleri, Türk’ün ana ve dahi ata yurdundan yağız atlara binip giden Oğuz boylarının ardından mütemadiyen bakıp dururken kısılmış hoca efendi, yarımşar saat arayla okuduğu kısa sûrelerin duasını yaptıktan sonra Mehmet Kavaklı’nın mahdumu üniversite öğrencisi Alparslan, Hattat Mahmut Şahin’in hediye ettiği kamış kalemi mürekkep hokkasına daldırdıktan sonra nesta’likle yazmaya başladı. “Ahmed Yesevî, henüz çocuk yaşta anne ve babasını kaybetmiş; ancak bu zor başlangıç, biiznillah onun hikmet dolu bir ömre yelken açmasına vesile olmuştur. Otırar şehrine uzanan yolculuğunda Arslan Baba’dan aldığı ilk eğitimler, onun tasavvuf yolculuğunun temellerini oluşturmuştur. Ardından Buhara’ya uzanmıştır yolu. Burada büyük mutasavvıf Yûsuf-u Hemedânî’ye intisap etmiş ve onun halifesi olarak tasavvufi tetebbuâtını pekiştirmiştir.”
Mânevî yolculuk
Türkistan’da gözlerini hayata tek gözlü odadan müteşekkil mütevazı evde açan Alparslan kardeşimin bıraktığı yerden kelâma devam edelim… “Türkistan” asliyet ve terkip şuuruna en münasip tanımlama “mânevî yolculuk” olsa gerektir. İş bu mânevî yolculuğun bir diğer önemli durağı ise Yesi’dir… Ahmed Yesevî, ömrünün büyük kısmını burada geçirmiş, içinde huzuru soluklamakla müftehir olduğumuz dergâhı kurarak insanları İslâm’ın özüne, güzel ahlâka ve tasavvufun engin deryasına davet etmiştir. En dikkat çeken yönü ise, İslâm’ı halkın anlayacağı sade bir Türkçe ile anlatmasıdır. “Hikmet” adını verdiği şiirleri, gönüllere dokunan birer mânevî pusuladır…
Post hiçbir zaman boş kalmaz!
Mustafa Vefa Çelebi bey yanından hiçbir zaman ayırmadığı “pusula” adını verdiği kıble ölçerle gayriihtiyari bir tavırla dergâhın kıblesini hüvesi hüvesine milimi milimine tayin ettikten sonra hakikatli mühendis Muhammed Efendi’nin içten gelen avazına kulak verdi: “Post hiçbir zaman boş kalmaz! Yesevî postuna Hâce Ahmed’in (ks) tensibi, Hz. Rasulullâh’ın (sav) tasdiki ve Hz. Allah’ın (cc) emri ile lâyık olan oturur. Bu yol da “Ben de kayıkçıyım” diyen çok olur.
Günümüzde şerîatten bîhaber, kerâmetleri kendinden menkul şeyhler türedi. Bu gibilerin şerrinden Allah’ı sığınırız. Niyazi Mısrî ne güzel söylemiş:
“Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş.”
Sözün bu yerine, “Türkistan’da, bugün hâlâ dimdik ayakta duran Yesevî dergâhına vardığınızda orada sadece mimari bir yapı değil, aynı zamanda bir medeniyetin yansımasını görürsünüz” cümlemizi eklemek vakıa mutabık olacaktır. Türbe nâm, içine bulunduğumuz dergâhın inşa talimatını 14’üncü yüzyılda bugünkü Özbekistan’da kendisine “Timurlenk” demenin yasaklandığı Timurlek vermiş. Cami/mescid, dergâh, kütüphane, çilehâne ve aşevinin yer aldığı bu külliye, ziyaretçilerine hem tarihî hem ruhânî bir atmosfer sunuyor.
Çilehâneden devam edelim…
Çilehaneden devam edelim… Ahmed Yesevî’nin yaşadığı yer altı çilehanesi, türbeden/dergâhın ana yapısından yaklaşık yüz metre kadar mesafede bulunuyor. Hoca Ahmed Yesevî 63 yaşına geldiğinde “haddi aştık” diyerek bu çilehaneye çekilip ömrünün kalan kısmını ibadet ve tefekkürle geçiriyor. Bugün bu iki yapının; türbeyle çilehânenin arasındaki mesafe, ziyaretçilere adeta Pîr-i Türkistan’ın enfüsî tecrübesini yaşatıyor.
Mezkûr tecrübeyi yaşayanlardan biri de Kasri Ârifanlı müezzin Halid Efendi. Hâsılı post, hakikatli endüstri mühendisi Muhammed kardeşimizin dediği gibi hiçbir zaman boş kalmıyor. Zikir meydanını boş zannetme! Meydanın, zamanın ve mekânın sahibi var.
Meydanın, zamanın ve mekânın Sahibi var.
Postun; mânevî ilim, hikmet ve irfan hizmetlerinin de hiç şüphesiz Sahibi var. Ve o Sahib’i her vakit dağlar, taşlar, kuşlar, ins ü cin zikrediyor… Tıpkı müezzin Halid Efendi’nin letâifleri gibi…
Ahmed Yesevî dergâhında teşehhüd miktarı görüştüğümüz ve bu hasbihalden dört gün sonra Buhara’da Şâh-ı Nakşîbendî Hazretleri’nin ağuşunda ikindi namazı vaktinde bir kez daha mülâkî olduğumuz, “bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran Hazret’in mescidinde âsâsını sandal ağacından mamul direğe dayayan âmâ müezzin Halid Efendi’nin gönül dili her vakit hâlen ve rûhen “Allah” diyor… Dilinden ve kalbinden Lafza-i Celâl’i eksik etmiyor. Unuttuğu zaman derhal Rabbini hatırlıyor. Şu hakikat, Hakk kelâmıyla sabittir: “…Ve le-zikrullah ekber…”/Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır.” (Ankebût Sûresi-45)
Mânevî hayatın özü de zikirdir
Malum olduğu üzere Yesevî yolunda zikir usûlü cehrîdir ve dergâhlarda ezkârın sesi duyulur. Tarîk-i Aliyye’nin muhtelif şubelerinde olduğu gibi burada da Rahmân ve Rahîm Hakk Teâlâ Hazretleri’ni zikretmek esastır. Şüphesiz mânevî hayatın özü de zikirdir.
Derviş her an ve her yerde Allah Teâlâ'nın murâkabesi (gözetimi) altında olduğunu düşünür, bu keyfiyeti hatırından çıkarmaz, layık olur, sadık olur, ayık olur. Ve dahi cümle dervişan, şerîata hüvesi hüvesine bağlı kalarak tarîkât, hakîkât ve mârifet bahçelerinde Kâinatın Efendisi’nin (sav) ahlâkıyla, “üsve-i hasene”yle ahlâklanmaya gayret eder. Yukarıdaki paragrafta arz ettiğim zikir ve ahlâk esasları Yesevî dervişi âmâ müezzin Halid Efendi’nin mizacı haline gelmiş.
Semerkant’ta günün en bereketli saatlerini çarşı-pazar gezmelerine tahsis ettikten sonra kâfilesini gündüz gözüyle İmam Buhârî Hazretleri’nin külliyesine götüremeyen, gün akşama dönüp de hava karardığında, gözlerin on metre ötesini göremez olduğunda İmam Buharî’nin (ks.) kabrini ve külliyesini ziyaret için kâfilemize otobüs içinden sadece iki dakikalık zaman ayırırken, Taşkent’te Timurlenk heykelinde fotoğraf çekimi için yirmi dakikalık vakit bulan Burak Tur’un temsilcisine ve rehberine Sahîh-i Buhârî’de nakledilen kutlu bir sözü hatırlatalım: “Rabbimiz ben bir kulunu seversem onun gören gözü olurum, onun tutan eli olurum, onun yürüyen ayağı olurum, onun konuşan dili olurum, onun işiten kulağı olurum.”
Hadis-i şerifte zikredilen keyfiyet elbette temsilidir. Ve yazımızın muhatabı Kasri Ârifanlı âmâ müezzin Halid Efendi biiznillah hadis-i şerifte kendilerine atıfta bulunulan zümreye dâhildir.
Hâsılı, gören, göz de değildir… Gönüldür, ruhtur…
Yaşı kemâle eren ve kafa gözü yorulan Halid Efendi dünya hayatına yönelik güzellikleri kalp gözüyle görüyor. Netice itibarıyla güzel, güzel gözle görülür. El-Hakk güzeli; mutlak güzeli her göz de göremez. Hâsılı, gören, göz de değildir… Gönüldür, ruhtur… Mahza et olan göz neyi görecek ki? Hakikati, mutlak hakikati gören kalp gözüdür. Gönül gözü hakikat âlemine sefere çıktığında hayırlar fethedilmeye, şerler defedilmeye başlanır. Gönül gözü hakikat caddesinde mütemadiyen seyrettikçe güzel ve güzelliklerle irtibatı da sürekli olur.
Gönlü gibi sesi de güzel müezzin efendiden bir ilahi okumasını istirham ettiğimde Osman Şems Efendi’nin şu neşîdesini dillendirdi:
“Gözü dünya mı görür âşıkı dîdâr olanın
Dilberi sen gibi bir mâhi dilâzâr olanın”
Şüphesiz Ahmed Yesevî’nin en meşhur eseri Türkistan illerinden yalın ayak başı kavak yollara çıkarak Anadolu coğrafyasını irfanla, zikir sesiyle buluşturan dervişleri ve dahi Divân-ı Hikmet’idir.
Divan-ı Hikmet onun tefekkür dünyasını ve tasavvufî öğütlerini yansıtan şiirlerden müteşekkildir. Bu eser, ana kucağı misali bir sığınma sahnesi kadar bulunduğumuz Türkistan bozkırlarından Anadolu’ya ulaşarak yüzyıllar boyunca biinayetillah gönülleri aydınlatmıştır. Dervişleri vasıtasıyla da hikmetler, Türklerin yaşadığı en uzak diyarlara kadar ulaşmıştır.
Eğer bir gün yolunuz batı adamının “Orta Asya”; bu satırların yazarının “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Mekânı” dediği Turan memleketine düşerse Türkistan’a uğramadan dönmeyin ve orada alnınızı Yesevî Dergâhı’nın secde mahalline mıhlayın!
Türkistan’da sizi sadece taş, toprak, turkuvaz boyalı sekiz yüz yıllık çiniler değil, mâverânın sesi ezkâr-ı ilâhî; İ’lâ-yı Kelimetullah bekliyor.
Yazacak, konuşacak bir çok mesele var… “Şimdilik” kaydıyla bu kadarla iktifa edelim ve yazımıza Türkistan’da zamanın ötesine geçen bir hikmetle nihayet verelim.
Sevmiyor âlimler
Sizin Türkçe dilini.
Âriflerden dinlesen
Açar gönül ilini.
Âyet, hadis anlamı
Türkçe olsa anlarlar,
Anlamını bilenler
Başı eğip uyarlar.
Miskin kul Hoca Ahmed,
Yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de
Sevip söyler Türkçeyi
İbrahim Ethem Gören/23.04.2025 Yazı No: 665