Bekir Sıddık Soysal ebrudan temâşâ sanatlarımıza ve oradan geleneksel plastiğimize kadar oldukça geniş alanda asliyet ve terkip şuuruyla eser üreten bir münevver. Türkiye Yazarlar Birliği’nin müessisleri arasında bulunan üstadımız berat ve ödül tasarımlarını geleneksel plastiğimizin terkibi üzere biçimlendirmesiyle tanınıyor. Ahşap oyma çalışmalarının yanında medeniyet tarihimizde öne çıkan şahsiyetlerin minyatür heykellerini altın, gümüş, bronz ve bakır gibi materyallerle, kültür hinterlandımızın tamamından şairlerin, tarihi şahsiyetlerin portrelerinin rölyeflerini bu topraklara kazandıran Bekir Sıddık Soysal’ın mühim hizmetlerinden biri de Eskişehir Türk Dünyası Dede Korkut Kültür Parkı.

Hatırlanacağı üzere Türk Dünyası Kültür Başkenti projesi kapsamında Eskişehir’e Dede Korkut Anıt Duvarı inşa edilmişti. Eskişehir’e destanlar zamanından esintiler taşıyan eserde Dede Korkut Kitabı’nda yer alan 12 hikâye geleneksel sanatlarımızdan çini ile yazılmış, işlenmiş, resmedilmiş, böylelikle dünyada bir ilk gerçekleşerek kadim bir kitap, mimari bir form halinde tecessüm etmişti.
Üstad Soysal’ın öncülüğünde Dede Korkut’un ezelden ebede akan hikâyeleri İznik çinisiyle şenlendirilmiş, bizi, bize anlatan, bizi, bizim dilimizle anlatan ve ruhumuzu dalgalandıracak bir eser ortaya çıkmıştı: Dede Korkut Anıt Duvarı… Ya da Türkçenin anıtı.
Sözü, Dede Korkut hikâyelerinden temâşâ sanatlarımıza getirelim ve şöyle bir cümleye kulak erelim: Denebilir ki el hünerine dayanan geleneksel sanatlarımız, gördüğü yoğun ilgi ile temaşa sanatlarının içinde olduğu problemlerden büyük ölçüde uzak, her geçen gün gelişerek varlığını daha derinden hissettirecektir.
Refik Halit Karay bir yazısında, “yeni asrın çelik tabanlı, aceleci ayağı bu güzel ananeye bastı, ezdi ve geçti” diyor.
İbrahim Ethem Gören: Bekir Bey üstadım, sözün bu yerinde bahsini açtığınız “Geleneği ezen çelik taban”a nazar edelim…
Bekir Sıddık Soysal: Bittabi. Gariptir ki bu çelik taban, madde planında insanımızın hürriyet ve haysiyet duvarını aşamadı. Destanları kıskandıran ateşten iradesi karşısında eridi. Aralıksız on yıl süreyle bütün batı dünyasına karşı verilen bu mücadeleye rağmen, maalesef mânâ planında, kültür bahrinde Refik Halit Karay’ın mezkûr tesbiti gerçekleşmiştir. Geleneksel sanatlarımız, bu kültürel çiğnenmeden en ileri düzeyde etkilenen olmuştur.

Bu keyfiyet nasıl telif edilmeli?
Şöyle diyelim İbrahim Ethem Bey. Şüphesiz iflah olmaz bir aşağılık kompleksinin sebep olduğu inkâra dayalı yabancılaşma sürecinin sonucu. “Kültürel soğuma”, geri çekilme ile ortaya çıkan ve öncelikle elitimize musallat olan, kendine güven duygusunu törpüleyen bu hastalık, -Tanzimat ve Meşrutiyet zihniyetini afyonlayıp- adeta bir ilaç gibi algılandı.
Bu zihniyet kırılmasının –hatta parçalanmışlığının- tabii ve zorunlu sonucu olarak gelenek, tamamıyla halka ait, avâmî addedildi. Geleneğin ağır ve bağlayıcı (!) yükünden kurtulunca ortaya çıkan arka plan boşluğunu kolaycı ve aceleci bir çözümle doldurma acarlığı, çağdaş ve serapa milli bir Türk sanatının önünü kesmiş, kimliksiz, hitap ettiği kitlelerle buluşamayan, orijinal olamayan bir sanat anlayışı oluşmuştur.
Bu problematiğin tiyatro boyutuna işaret etmenizi istirham ediyorum.
Hay hay, Modern hayatımızın her alanında olduğu gibi bu alan da ithalatçı zihniyetin çözüm anlayışının sonucu olarak, tiyatromuz, ülkelerinde temayüz etmiş iki Alman tiyatro adamına teslim edildi. Dar’ül-Bedâyi ve Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu ile görevli bu kişiler, Türk kimliğini, kültürünü, sanat ve zevkini, halkını ve özellikle de geleneksel Türk temâşâsını tanımıyorlar, bilmiyorlardı. Ellerinden geleni, en iyi bildiklerini, kendi kültürlerinin gereğini (istenilen de zaten bu idi) yaptılar. Üste de para alarak kendi kültürlerine hizmet etmenin keyfi ve sevinci ile çalışarak Batı Tiyatrosunun ülkemizdeki kurumlarını, mevzuatı, işletme sistemi çerçevesinde ciddiyetle kurup gurur içinde ülkelerine döndüler.
Devlet destekli batı tiyatrosu çelik tabanlı ayağını -ağır bedellerle vatanlaştırdığımız- toprağa fütursuzca bastı. Halka ve onun değerlerine tepeden bakan bir anlayışı adeta kurumsallaştırdı.
“Adında “devlet” olan bir kurumda yerel ve millî temâşâ sanatı öğeleri özellikle göz ardı edildi” şeklinde kurulacak bir cümlenin devamı nasıl gelir?
Şöyle… Tiyatro adamlığı ve sanatçılığındaki ustalığı tartışılmaz olan Sayın Cüneyt Gökçer’in Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü dönemindeki repertuar Batı Tiyatrosu hâkimiyetinin delili durumundaydı. Öyle ki zamanın Genel Müdürü Gökçer; soluğunu geleneksel temâşâmızdan alan, bu vasfı ile gerçek bir telif eser niteliği kazanarak tiyatromuzun şaheserlerinden olan Keşanlı Ali Destanı’nı sahnelemeyi göze alamamıştı.
Bu cümleden olarak TRT’deki uzun radyoculuk görevimde dikkatimi çeken bir hususu paylaşmak istiyorum: Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu gibi radyo oyunlarında batı orijinli tercüme tiyatroları oynayan DT sanatçılarının performansları, yorumları, yüksek üslup ve edalarını, yerli (kendince telif) oyunlarda göremezdim. Acemice ağız ve şive taklitleri, iğreti müzik yorumları, suni duygulanmalar, ucuz gerilim unsurlarına mübalağalı bir tarzda sığınma gibi bir dizi aymazlık ve duyarsızlıklarla malul oyunculuk intibaı edinirdim ve buna bir mânâ veremezdim.
“Cüneyt Gökçer, 4. Murat’ın da bir Hamlet, bir Oidipus kadar başarıyla oynayabileceğini bize gösterdi” şeklindeki Tiyatrocu Savaş Aykılıç’a ait değerlendirmeye –bu oyunu iki defa seyretmiş biri olarak- yürekten katılıyorum. Ancak 4. Murat, bir Türkçe klasiği, şiirsel yüksek üslubuyla tarihimize destansı bir yaklaşım denemesi olmasına rağmen, Shakespeare edalı dramatik yapısından ötürü geleneksel unsurlar içermemektedir diye düşünüyorum.
Batı temelli tiyatronun, başlangıcından itibaren insanımızla, halkla buluşmak, seyirci tutmak için Ahmet Vefik Paşa’dan günümüze uzanan uyarlamalardan da söz etmek gerekir.
Günümüz özel tiyatrolarından örnek verecek olursak; Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, İstanbul Tiyatrosu’nun oyunları ile Ferhan Şensoy’un “Eşek Arıları” ve “Godot” vb. oyunları başarılı, ilginç uyarlamalardır. Uyarlamalar (adaptasyon) yanında Türkçe söyleyişli tercüme oyunlar göstermektedir ki tiyatromuzun; anlaşılma, halkımızla buluşma yönünde ciddi problemleri, temel eksikleri var.
Temel eksiklere baktığınızda neler görüyorsunuz?
Bu eksiğin gelenekle gelecek arasındaki köprü olduğunu düşünüyorum. Bu köprüyü kurmak, elbette ki günü kurtarma gayret ve aymazlığındaki eğitim ve kültür politikalarını tesbit eden iradenin harcı değildir.
Çelik tabanlı şeddadi ayaklarla kültür ve medeniyetimize basan, daha doğrusu zihniyet ve irademize pranga vuran müstevli iradesine ve onun yerli uzantılarına karşı bu toprağın çocukları seslerini yükseltmeye başlamıştır.
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde, düzenlenen Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri, tebliğleri ve özellikle bir başkaldırı niteliğindeki Sonuç Bildirgesi metninde batı kaynaklı tiyatro zihniyetine tahlili tenkitleri ve ayağı yere basan teklifleri ile umudun sesi olarak gönlümüzü ferahlatmıştır.
Bu ses, mankurt oğluna canhıraş bir gayretle kimliğini hatırlatan Nayman Ana’nın sesi gibidir…
Geçtiğimiz yıl ebediyet âlemine sırlanan Karagöz ustası, kukla sanatkârı, yazar, yönetmen, dekor ve kostüm tasarımcısı Alpay Ekler ustaya rahmeti vesile kılarak değinmekte fayda mülahaza ediyorum.
Ustama rahmet olsun! 2022 yılında, Türk temâşâsının bütün zamanların en değerli ustasını, büyük bir sanatkârını kaybettik. Alpay Ekler, Karagöz, orta oyunu, meddah ve kukla (el kuklası) ile karagöz tasvirleri ve el işi kukla yapımı üzerine emsalsiz bir hüner ve sanat erbabı idi. Aynı zamanda sahanın nazariyatı üzerine değerli araştırmaları ve makaleleri olan, kendinden sonraki nesil üzerinde tesir sahibi usta ve muallim idi. Çok sayıda genç talebe ve yardak yetiştirdi. Bir mektep şahsiyet idi. Etrafındaki insanlar kariyer sahibi oldular.

Karagöz’le ilgili yanlış telakileri düzeltme yönünde büyük gayret gösterdi.
Karagöz sanatının ufkunda yeniliklere imza attı. Bu cümleden olarak iki cüretkâr ve muhteşem eser icra etti. Karagöz ve Tasavvuf, Yunus Emre…
Âhir kelâm yerine!
Klasik karagöz perdesinin standartlarını aşan bu uygulamalarda Cemal Reşit Rey Salonu’nun sahne boyutlarında perde açtı. Umumen en fazla bir yardakla oynanan oyunların rağmına yedi-dokuz yardakla oyun icra etti. Perde arkasında Müzisyen Levent Çelik ve arkadaşlarınca canlı müzik icra edildi. Levent Bey, oyunun ritmi ve akışına uygun orijinal eserler besteledi.
Hayfa ki bu muhteşem eserler için bir daha perde açma imkânı sağlanamadı.
Hayfa ki bu büyük sanatkârı çok erken kaybettik.
Teşekkür ediyorum. Alpay Bey üstadımıza rahmet olsun.
Rahmeten vâsia.
İbrahim Ethem Gören/15.10.2023 Yazı No: 527

YORUMLAR