E. Deniz Yüzbaşı Dr. Vehbi Kara ile gerçekleştirdiğimiz e-mülakat serimizin ikinci bölümünün öznesinde muhatabımızın ‘Peygamber Ocağı’na hizmetleri, askerî okullarda ve kıta birliklerinde maruz kaldığı mobing uygulamaları ile 28 Şubat süreci yer alıyor.
İbrahim Ethem Gören: Vehbi Bey, malum olduğu üzere meslek, yol/seyr-i sülûk demek. Bu meyanda ‘Askerlik Mesleği’ne yönelik tetebbuatınıza nazar etmek isteriz…
Vehbi Kara: Askerlik mesleği biz Türklerin en çok tercih ettiği mesleklerden bir tanesidir. İslam tarihinde Araplardan sonra cihat vazifesini umumiyetle Türkler yerine getirmiştir. İslam’ı ortadan kaldırmak için yola çıkan Haçlı seferlerine ve Moğol saldırılarına karşı Türkler kahramanca direniş göstermişlerdir. Tarihte Türkler, İslam uğruna hayatını vererek şehit olan en büyük topluluğu meydana getirirler.
Askeri birlikler bu toprakların insanları nezdinde ‘Peygamber Ocağı’ şeklinde tavsif ve tarif ediliyor. Osmanlı Cihan Devleti’nden bugüne bir Peygamber Ocağı portresi çizmenizi istirham ediyorum…
Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm, peygamberlik vazifesi ile görevlendirildikten sonra başta kendi kabilesi Kureyş, hatta öz amcası kendisine engel olmaya başladı. Peygamber Efendimizi (sav) ortadan kaldırmak için şeytanca planlar yaptılar. En sonunda diğer Müslümanlar ile birlikte Medine’ye hicret etmek zorunda bıraktılar.
Müşrikler, Medine’de de Müslümanlara rahat yüzü vermediler. Nihayet, ordu meydana getirerek Müslümanları yok etmeye çalıştılar. Peygamber Efendimiz (sav) Müslümanlara komutanlık ederek müdafaa savaşları yaptı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında müşrikleri mağlup ederek Allah’ın izni ile Müslümanların hayatta kalmasına vesile oldu.
Mekke müşrikleri mağlup edildikten sonra bu sefer Doğu Roma İmparatoru ve Sasani Devleti, İslam’a savaş açtı. Müslümanları yok etmek için dünyanın en büyük ordularını hazırlayarak Arabistan içlerine kadar ilerlediler.
Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, İslam’ı ve güzel ahlâkı yaymaya çalışırken aynı zamanda böylesine büyük ordular ile savaşmak zorunda kaldı. Müslümanlar gündelik işleri ile meşgul olurken bu sefer asker ocağı kurarak düşmana karşı savunma yapmayı da öğrendiler. Bu nedenle asker ocağına aynı zamanda “Peygamber Ocağı” adı verilir.
Nihayetinde Allah, Türkleri tarih sahnesine çıkardı.
Hazreti Peygamber’den (sav) sonra da İslam düşmanları boş durmadılar. Devamlı surette ordular toplayıp Müslümanları yok etmek üzere saldırılar düzenlediler. Allah’ın izni ile bu ordular birer birer yok edildiler. Nihayetinde Allah, Türkleri tarih sahnesine çıkardı. Savaş sanatını en güzel şekilde icra eden bu kahraman millet, İslam müdafaası için canını seve seve fedâetti. Selçuklu ve Osmanlı devletleri kuruldu. Bu devletler İslam birliğini muhafaza ederek büyük bir medeniyet inşa ettiler.
Maide Suresi 54. Ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. O toplum mü'minlere karşı alçak gönüllü, Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenlere karşı, onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah lütfunda sınırsız olup, her şeyi bilendir”
İşte, peygamber ocağına sahip çıkan Türkler; bu ayette geçen “Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. O toplum mü'minlere karşı alçak gönüllü, Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenlere karşı, onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar” hükme mâsadak olmuşlardır.
Allah’ın izni ile bu zamanda da İslam’ın izzet ve şerefini korumak için askerlik mesleğini en iyi şekilde icra eden Türkler; ‘Peygamber Ocağı’nı yeniden diriltmiş ve kahramanlık destanları yazmaya başlamıştır. “Haza min fazlı Rabbi/Şüphesiz bu Rabbimin fazlındandır. “Neml Suresi 40. âyet’ten)
Teğmen rütbesi Türk askerinin omuzlarına ne türden görev ve sorumluluklar yüklüyor?
Türk ordusunda teğmen rütbesi ile göreve başlamak bir Müslüman asker için büyük bir şeref ve onurdur. İslam düşmanlarının her türlü silah ve mühimmat ile ortaya çıktığı bir zamanda Peygamber Ocağı isimli bir orduda görev yapmak büyük bir şükür sebebidir.
Elbette İslam kahramanı olan atalarımız gibi bu orduya layık bir subay olmak gerekiyor. Namazını dosdoğru kılan, alkollü içki ve uyuşturucudan kendisini koruyan, üstlerine karşı saygılı ve astlarına karşı merhametli bir asker olma sorumluluğunu gerektiren bir görevdir.
‘Deniz Subayı’nın aslî fonksiyonu nedir?
Türkiye, üçtaraftan denizlere açılan bir ülkedir. Bu vesile ile üçtaraftan denizlerle kuşatılmamışız sözüne değinmek isterim.
Lütfen…
Zira denizler dünyaya açılma sebebidir. Kuşatılma ve çevrelenme ile alakası yoktur. İslam coğrafyası da denizlerle içiçedir. Tarihe baktığımız zaman İslamiyet’in güzel ahlâk ve denizcilik ile bütün dünyaya yayıldığını görebiliriz. Bu nedenle İslam’ı ve ülkemizi korumak için denizlerde güçlü olmak zorundayız.
Deniz subayı da bu bilinçle kendisini yetiştirmelidir. Son teknolojiyi kullanma becerisine sahip olmalıdır. Bunun için sadece mezun olduğu askerî okulun kendisine kazandırdığı bilgiler ile yetinmemelidir. Askerlik mesleği ve denizciliğin gerektirdiği donanımlara sahip olabilmek için okuyucu ve araştırıcı olmalıdır.
İşte deniz subayının aslî fonksiyonu silahlı kuvvetlerimizin denizlerdeki menfaatlerini iyi bilmek ve bu maksatla kendini yetiştirmek olmalıdır. Her Türk askeri gibi Peygamber Efendimizin (sav) güzel ahlâkı ile ahlâklanmak gereklidir.
İlk hizmet mahalliniz neresiydi?
İlk olarak TCG Cezayirli Gazi Hasan Paşa okul gemisinde “Atış Kontrol Subayı” olarak görev yaptım.
Sırasıyla Deniz Kuvvetleri’nde hangi görev ve sorumlulukları üstlendiniz?
Hücumbot Filosunda görevli iken “Silah Elektronik Kursuna” katıldım ve mezun olduktan sonra Harp Filosu Komutanlığı’na bağlı savaş gemilerinde Silah Elektronik Subayı ve Atış İdare Subayı görevime devam ettim.
Daha sonra Kocaeli Bölgesinde bulunan Uçaksavar Taburunda Bölük Komutanlığı görevinde bulundum. En sonunda İstanbul Boğaz Komutanlığı’nda Ordonat kısım amiri görevinde iken emekli oldum. Daha doğrusu eşimin başörtülü olması nedeniyle emekli edildim.
Kelâmı, savaş gemilerindeki başarılarınıza, güdümlü mermi ve top atışlarındaki birinciliklerinize getirelim…
Teğmen rütbesi ile Deniz Kuvvetlerimizde göreve başladıktan sonra çok önemli vazifelere atandım. Örneğin Silah Elektronik Subayı iken donanmamızda sadece iki muhripte bulunan Harpoon isimli güdümlü mermiye komuta ettim. Bu görevim esnasında TCG Gayret muhribi ile ASROC adını verdiğimiz (Anti Submarine Rocket) denizaltılara karşı kullanılan roketli torpido atışlarına katıldım. Son derece önemli ve çok pahalı bu silahlar benim sorumluluğuma verilmişti. O yıllarda 5 yılda bir yapılan bu atışlar sadece benim görev yaptığım gemiye yaptırılmıştı.
Atış İdare Subayı iken Harp Filosu Muhripleri içinde en iyi karabombardımanı atışı yapan gemi seçildik. Yaptığımız top atışlarında her cephanenin hesabı sorulur, istikrarlı bir şekilde isabetli atışlara sahip atış kontrol sistemi ve topları olan gemiler ödüllendirilirdi. Nitekim TCG Gayret muhribinin komutanları daima önemli görevlere getirilmiştir. Deniz Kuvvetleri Komutanı olan silah subayları atış birincileri arasından seçilirdi. Donanmada sadece iki gemide güdümlü mermi bulunan ve bir tanesi olan TCG Gayret gemisinde görev yapan subaylar ayrıcalıklı kişilerdi.
Hâsılı, Bahriye’de 15 yılınız nasıl geçti?
Bahriye’de 15 yıl görev yaptım. Bu görevlerim esnasında Rabbime şükürler olsun ki çok başarılı işler yaptım. Çok sayıda asker yetiştirdim. Disiplinli ve çalışkan bir subaydım.
Bununla birlikte ordumuz ve deniz kuvvetlerimiz o yıllarda ABD’nin yoğun baskısı altında kalmış ve darbeci general ve amirallerin kontrolü altına girmişti. Bu dönemde ABD’nin bir başka örgütlenmesi FETÖörgütü aracılığı ile olmuştu.
Darbeci generaller bir taraftan FETÖ, diğer bir taraftan silahlı kuvvetler mensuplarını bir çeşit kıskaca almışlardı. Şöyle ki:
Darbeci generallerin başörtüsüne tahammülleri yoktu.
Darbeci generallerin başörtüsüne tahammülleri yoktu. Eşi başörtülü subay ve astsubaylar fişlenerek şüpheli ve sakıncalı statüsüne alınıyordu. Eğer subay ve astsubayların eşleri başörtülerini çıkarmaz ise bu sefer ordudan atılacakları söyleniyordu. Nitekim, bu acımasız süreçsonunda 10 bine yakın asker ordudan re’sen emekli edilmişti.
Diğer taraftan FETÖtarafından da bir baskı yapılıyordu. Darbeci generaller gibi bunlar da asker eşlerinin başörtülerini çıkarması gerektiğini söylüyorlardı. Bundan başka daha da ileri gidip namaz kılmamaları ve oruçtutmamaları gerektiği söyleniyor, yetmedi alkollü içki içerek kendilerini “irtica” suçlamasından kurtarabileceklerine dair telkin yapılıyordu.
Allah bir kapıyı kapar, bin kapıyı açar.
Bu dönemde asker arkadaşlarıma binlerce kez şu hususları söyledim: “Arkadaşlar. Rızık Allah’tandır. Kimse rızkımıza mani olamaz. Allah bir kapıyı kapar, bin kapıyı açar. Sakın! Namazınızı terk edip eşlerinizin başlarını açmaları için baskı yapmayın”
Bazı askerler benim sözlerimden etkilenip “Haklısın. Kimse bir askerin eşine karışamaz. İster başını örter, ister açar. Bu kişinin vicdan özgürlüğüdür” diyerek yapılan baskılara karşı direnmeye çalışıyorlardı.
28 Şubat 1997 tarihinden bir müddet önce bazı komutanlarımız da bu haksız ve usulsüz baskıya karşı direnmeye başlamışlardı. “Ben, askerin görevindeki başarısına ve disiplinine bakarım. Eşinin kıyafeti beni ilgilendirmez” demeye başlamışlardı.
İşte tam bu noktada araya dehşetli bir İslam düşmanı olan örgüt elebaşı FETÖgirmişti. “Başörtüsü fürûattır” diye açıklama yaparak; kadınların bunu takmaması gerektiğini söylemişti. Bunun üzerine bir kısmı aldanarak bir kısmı da “FETÖ’nün talimatıdır” diyerek eşlerine baskı yaptılar. Birçok kadın bu baskılara dayanamayıp başlarını açmak zorunda kalmıştı.
Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı bir talimat yayınlayarak bütün subay ve astsubayların eşleri ile birlikte fotoğraf çektirip bunu komutanlığa bildirmelerini istedi. Benim gibi eşi başörtülü olan 10 bine yakın asker, çeşitli aşamalardan geçirilerek soruşturmaya sokuldu.
Bir kısım komutanlar “Seni ordudan atacağız. Bu konuda talimat var. Eşine söyle, başörtüsünü çıkarsın” diye baskı yaparken diğerleri de “Yahu emeklilik olma hakkın var veya mecburi hizmet süren doldu nasılsa!” diyerek “Kendi isteğinle emekli ol. Yoksa biz seni re’sen emekli edeceğiz” demeye başladılar.
28 Şubat döneminde Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Kuvvetlerinde binlerce insan ya kendi isteği ile emekli oldu ya da re’sen emekli edilerek ordu ile ilişkileri kesildi. Bu durumdan en çok istifade eden FETÖoldu. Bu örgüt mensupları silahlı kuvvetlerde her yere nüfuz ederek güçlenmeye devam ettiler. Nihayet 15 Temmuz 2016 tarihinde menfur bir darbe teşebbüsünde bulundular. Allah’ın izni ile halkımız sokaklara çıktı ve bu darbe teşebbüsünü göğsü ile durdurdu.
15 Temmuz 2016 darbe sürecinde ordudan re’sen emekli edilen 10 bine yakın subay ve astsubay darbecilere karşı büyük bir mücadele verdi. Askere kumanda etmesini bilen ve tankları çalışmaz duruma getirilmesi için gerekli tecrübeye sahip bu emekli askerler ülkemizin büyük bir badireyi atlatmasında önemli bir çaba gösterdiler.
ABD’nin “darbe esnasında ordu içinde bize engel olurlar” diye tasfiye ettirdiği askerler bu sefer beklediklerinin aksine halk saflarında yer alıp darbeyi durdurmaya çalışmış ve sonunda muvaffak da olmuştu.
Allah, İslam düşmanlarının tuzaklarını bu şekilde boşa çıkarmış ABD’li teröristlerin ordumuzu ele geçirmelerine engel olmuştu.
28 Şubat Sürecinde, az önce tarifini yaptığınız Peygamber Ocağı’nda; bahusus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda neler yaşandı?
Deniz Kuvvetleri’nde görev yaparken daha teğmen rütbesini taktığım ilk yılda çeşitli defalar soruşturmalar nedeni ile Deniz Harp Okulu’na çağrıldım. Burada bazı askerî okul öğrencilerini karşıma çıkardılar.
Harp Okulu öğrencileri karşıma çıkıp kısaca “Bu Teğmen rütbesindeki subay, öğrenci iken bize namaz kılmamız ve dini kitaplar okumamız konusunda baskı yaptı!” demişlerdi. Bana sorulduğunda ise “Evet doğrudur, namaz kılmaları ve dini kitaplar okumaları konusunda tavsiyelerde bulundum. Fakat baskı yapmam bu yaşa gelmiş öğrenciler için mümkün değildir” diye cevaplamıştım.
“Seni niye çağırdık biliyor musun?”
Bu soruşturmalar esnasında çok ilginçolaylar da yaşamıştım. Birinci defa Deniz Harp Okulu’na çağrıldığım gün Öğrenci Alay Komutanı Deniz Kurmay Albay Gürkan Key bana biraz da saygısızca sorular sormuştu. “Seni niye çağırdık biliyor musun?” diye başlayıp açıkça “Saçmalama!” diye beni azarlamaya çalışmıştı.
İşte ne olduysa o andan itibaren oldu. Hayatım boyunca ilk defa benden kıdemli bir komutana bağırmaya başladım.
”Siz ne biçim Alay Komutanısınız! Okulda yaşanan olaylardan hiçhaberiniz yok mu? Askerî okul öğrencileri radikal sol görüşlü, komünist subayların etkisi altında” diye başlayıp birkaçdakika süren sinirsel bir boşalma yaşadım.
Alay Komutanı Key, mosmor olmuştu. Benden delil göstermemi istedi. Bende şimdi gülünçgelebilir fakat o tarihlerde çok önemli bir delil sundum. Dedim ki:
“Teneffüshanelerde devamlı Zülfü Livaneli’nin kasetleri çalınıyor”
Şimdi aklınıza şu soru gelebilir. “Bunun radikal sol örgütlerle ve komünistlikle ne alakası var?” diyebilirsiniz. Benim yaşımda olanlar çok iyi bilir ki; 1970 ve 1980’li yıllarda Livaneli, Marksistler arasında çok popüler bir sanatçıydı. Sol örgütlere sempatizan yapılan öğrenciler Livaneli’nin ses kasetlerini adeta ilahi bir müzik dinler gibi şevkle dinlerdi. Yetmedi, öğrencilerin ortak kullanma alanlarında yani teneffüshanelerde başka bir sanatçının eserinin dinlenmesine müsaade edilmezdi.
Kısaca söylemek gerekirse Deniz Harp Okulu her türlü radikal sol ve komünist faaliyetlerin yapıldığı bir askeri okul olmasına rağmen “irtica yuvası” imiş gibi propaganda yapılıyordu. Elbette bu durum insanı derinden üzüyordu.
Komutan nasıl tepki verdi?
Bu sert çıkışım sonucunda Alay Komutanı çok rahatsız olmuştu. Beni odasında bırakarak mosmor bir şekilde odadan çıktı, gitti. Muhtemelen hemen yan taraftaki Okul Komutanı’nın ofisine gitmişti. Biraz sonra çıkageldi. Fakat eski şımarık halinden eser kalmamıştı.
Bundan sonra birkaçsaat daha sorular soruldu ve yapılan çirkin muamelenin karşılığını vermenin gönül rahatlığı içinde cevaplarımı verdim. Alay Komutanı’na karşı yüksek sesle konuştuğum halde bana şimdi çok nazik davranıyor, ciddi bir şekilde hareket ediyordu.
Bu soruşturma yapılırken bir Ramazan günüydü. Ben de çocukluk yaşımdan beri orucumu tutuyordum ve hiçara vermemiştim. O gün de oruçtutuyordum. Nihayet soru sorma faslı bitmiş, verdiğim ifadeleri imzalamam istenmişti. İlk birkaçsayfaya şöyle bir baktım. Ne söyledim ise bir astsubay tarafından aynısı yazılmıştı. Bütün sayfaları imzaladım.
Akşam saati girmişti. Hatta yarım saat geçmişti. Alay Komutanı “oruçlu olup olmadığımı” sordu. Oruçlu olduğumu söyleyince; iftar zamanını geçirdiği için benden özür diledi. Hemen yemek söyledi.
Bir müddet sonra asker karavanasından kuru fasulye ve pilav geldi. Besmele çekip orucumu açtığımda dahi Alay Komutanı soru sormaya devam ediyordu. Yemek yerken cevap vermedim. Bu davranışı kendisi dahi beğenmediği için sustu ve beni beklemeye başladı.
Soruşturma bitmişti ve Alay Komutanı bana gideceğimi söyledi. Ben de askeri birliğime geri döndüm.
Bu askeri okul soruşturmasından sonra tekrar beni Deniz Harp Okulu’na çağırdılar. Bu sefer Okul Komutanı Tuğamiral Ekmel Totrakan makamına çağırmıştı. Bana konuşma fırsatı vermeden saygısızca bağırıp çağırdı. Adeta zembereği boşalmış saat gibi konuşuyordu. Bir ara, susacağını zannettim cevap verecektim ki; tekrar bağırıp çağırmaya başladı.
Bu arada siyah üniformamızı giymiştik. Teğmen rütbesini takalı daha birkaçay olmuştu. Kollarımdaki rütbe işareti olan sırma pırıl pırıl parlıyordu. Asker olduğumu hatırlatan bu sırmaları görünce tekrar kavga etmenin yersiz olacağını düşündüm ve Komutan Amirali dinlemeye devam ettim.
Neden bahsediyordu?
Askerî okul disiplininden bahsediyordu. Hâlbuki ben o anda gençbir subay olarak savaş gemilerinde görev yapıyordum.
Nihayet söyleyeceklerini söyledikten sonra gidebileceğimi söyledi. Alay Komutanı’nın yanına gittim bu sefer, eski tabur ve bölük komutanları da soruşturma esnasında bulunuyorlardı. Bir başka sınıfın bölük komutanı bana saygısızca bir söz söyledi. Ben de askerlik disiplini bir tarafa bırakarak cevap vermeye başlamıştım ki diğer bölük komutanları bu subayı ite-kaka odadan dışarı çıkardılar. Soruşturmalar ciddiyetle devam etti.
Yine akşam olmuş ve Birliğime geri döneceğim söylenmişti. Yorgun, fakat huzurlu bir şeklide birliğime dönmüştüm. Aradan günler, hatta haftalar geçmiş soruşturma derinlik kazanmıştı. Bu sefer radikal sol örgütler ve Marksist görüşlü subaylar soruşturuluyordu.
Deniz Harp Okulu’nda yapılan bu sorgulamalar sonucunda bu okulun bir irtica yuvası olmadığı ortaya çıkmış bilakis eskiden olduğu gibi Sabetaycı ve Marksist bir yapılanmanın yoğun olduğu ortaya çıkmıştı.
Gerçekler ortaya çıkınca bu meselenin kapatılması gerektiği ileri sürülmüş ve soruşturma sona erdirilmişti. Fakat bu olayın en önemli kişilerinden birisi olarak daha Teğmen rütbesinde olduğum halde Deniz Kuvvetlerinin birçok birliğinde adım duyulmuştu. Hakkımda neler konuşulduğunu bilmemekle birlikte savaş gemisinde yaşadığım bir olay az çok bir fikir verebilecek nitelikteydi.
Nasıl bir olaydan söz ediyorsunuz?
Yeni görev yapacağım savaş gemisinin silah subayı olan Üsteğmen, gemiye katıldığım ilk gün benimle konuşmak istediğini söylemişti. Bu zat daha sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı rütbesine kadar yükselecek bir subaydı.
Beni, geminin baş direğindeki Dayrektör adını verdiğimiz radar odasına çağırdı ve şöyle dedi:
“Vehbi, duyduğum kadarı ile sen sağcı birisi imişsin. Bense solcuyum. Fakat bu durum bizim askerlik görevimizi etkilememelidir. Biz görevimizi en iyi yapacak şekilde disiplinli bir subay olmalıyız”
Buna benzer daha birçok sözleri söyledikten sonra bana diğer subaylar gibi eşit şekilde davranacağını söyledi. Fakat bu sözleri siyasetçilerin vaatleri gibiydi. Neredeyse hiçbir konuda adaletli davranmadı. Keza, diğer üst rütbeli subaylar da bu şekilde hareket ettiler.
Bunun çok faydasını gördüm. Çünkü diğer subaylardan daha fazla çalışıyor, işimde çok titiz davranıyordum. Zira en küçük bir hata yaptığımda bunu derhal yüzüme vuruyorlardı.
Ne ilginçtir ki; yaptığımız görevlerde hep başarılı olmuştuk. Top ve güdümlü mermi atışlarında gemimiz Harp Filosu Komutanı’nın övgüsünü kazanıyordu. Cumhurbaşkanı’nın iştirak ettiği tatbikatlarda daima bizim gemimiz çağrılıyordu. Birçok gemi komutanı ve silah subayı devlet bürokrasisinin en üst noktası olan Cumhurbaşkanından kol saati ve benzeri ödüller alıyordu.
Uçaksavar atışlarında da çok başarılıydık. Neredeyse her atışta hedef uçağının çektiği teli vurarak “manş” dediğimiz hedefi düşürüyorduk. Zabitan salonunda düşürdüğümüz manşların fırdöndüsü sergileniyordu.
Bu şekilde Deniz Kuvvetleri’nde tam 15 yıl görev yaptım. Sonunda 28 Şubat 1997 dönemi geldi çattı. Namaz kılan, alkol kullanmayan subaylara öcü gibi bakıldığı bir zamana denk geldik. Üstelik evlenmiştim ve eşim başörtülü bir hanımefendi idi.
İşte bu tahammül edilemez bir durumdu ve zaman içerisinde önce “şüpheli” sonra da “sakıncalı” kategorisine alındım ve 1997 yılında ordudan re’sen emekli edildim.
Bu keyfiyet dindar subayları, öğrencileri ve aileleri nasıl etkiledi?
28 Şubat dönemi, sayısı binleri bulan subay ve astsubayı aileleri ile birlikte derinden etkilemiştir. Bazı komutanlar asker eşlerinin başörtülü olamayacaklarını söyleyerek baskı kurmaya başlamışlardı. Üstelik, FETÖdenilen bir sahte vaiz “başörtüsü fürûattır” demiş, bazı ilahiyat fakültesi dekanları “dinimizde başörtüsü zorunluluğu yoktur” diyerek darbeci general ve amirallerin eline koz vermişti.
Bu dönemde 10 bin subay ve astsubay ordudan zorla emekli edildiler. (Re’sen emeklilik dedikleri budur). Bunların 2.000 civarında olanı Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararı ile, 3.000 civarındaki asker ise üçlü kararname ile ordudan emekli edildiler. Ayrıca emeklilik süresi dolan 5.000 civarındaki subaya ise “Bak eşin başörtülü olduğu için seni üstlerimize bildirmek zorundayız”. Bu duruma düşmemek için “bas istifayı, ayrıl” diyerek baskı kurulmuştu. Nitekim birçok asker bu baskıdan kurtulmak için en verimli yıllarında askerlik mesleğinden ayrılmak zorunda kalmışlardı.
Askeri okul öğrencileri ise FETÖdenilen azılı İslam düşmanının tuzağına düşmüş “ima ile namaz” adı altında İslamiyet’te yeri olmayan bir uygulama ile dinden uzaklaştırılmıştı. Nitekim, sadece namaz ibadeti değil, oruçtutma ve alkol kullanma konusunda da sahte fetvalar ile bir çok askeri okul öğrencisi okuldan atılmadı, lakin FETÖörgütünün tuzağına düştü.
15 Temmuz 2016 askeri darbe teşebbüsünün en önemli nedenleri arasında FETÖörgütünün bu yıllardaki faaliyetlerini sayabiliriz.
Sizin serencamınız?
Çeşitli soruşturmalara uğradığım halde 11 yıl daha orduda görev yapmış bir subay olarak büyük bir özgüven içinde hareket ediyordum. Allah’a iman eden ve imanını güçlendirecek şekilde namazlarını kılıp kendini yetiştiren her insan gibi yapılan haksızlıklara karşı üzülsem dahi boyun eğmiyordum.
Asker arkadaşlarıma ve özellikle de üst rütbeli subaylara “Kimse eşinin dini hassasiyetleri yüzünden suçlanamaz. İster başı örtülü olsun ister olmasın insanların din ve vicdan özgürlüğü vardır. Eğer görevinde başarısız ise işte o zaman ceza verilebilir” şeklinde konuşuyordum. Birçok kişi bana haklı olduğumu, yapılıp edilenlerin çok yersiz bir uygulama olduğunu söylediler.
Fakat Türkiye’ye askerler üzerinden faşist bir baskı kurulmuştu. Akıl, mantık ve vicdan devre dışı bırakılmaya çalışılıyordu. Benim ve birkaçarkadaşımın haklı çıkışları etkili olamamıştı.
Başka ne türden baskılar söz konusuydu?
Elbette başka türlü baskılar ile de karşılaşıyor idik. Nitekim bir defasında İzmir Orduevi’ne gemi komutanımız alkollü içki göndermişti. “Hayatımda hiçalkollü içki içmedim” diyerek nazikçe karşı çıkmama rağmen almış olduğu alkolün de tesiri ile herkesin içinde bana bağırmaya başlamıştı. Gemi komutanının tavrı beni çok etkilememişti. Nihayetinde “Komutan bir ceza verir, ben de gider, gururla bu cezamı çekerim” diye düşünürken bütün gemi subayları sanki ben suçlu imişim gibi bana kötü bir şekilde bakıyorlardı. İşte “hayatım boyunca en çok zorlandığım an budur” diye düşünüyorum.
“Komutanım, Vehbi çok çalışkan bir subaydır.”
Sonunda Ümit Saydam isimli Çarkçıbaşımız “Komutanım, Vehbi çok çalışkan bir subaydır, üstüne gitmeyiniz” dedikten sonra Gemi Komutanı sesini kesmek zorunda kalmıştı.
Bir başka gemi komutanı ise “Kurban bayramında niçin hayvanlar katlediliyor?” diye bana çıkışmıştı. “Komutanım senede birkaçgün fakir fukara et yiyor” diyerek geçiştirmeye çalıştıysam da “her taraf mezbahaya dönüyor” diye tekrar tekrar sorulara muhatap olmuştum.
İlginçtir ben vejetaryan, yani et yemeyen biri olduğum halde gemi komutanına nazikçe cevaplar vermeye çalışıyordum. Sonuçta birçok subay bu duruma isyan etti ve Gemi Komutanı’na itiraz ettiler. Hatta alkole müptela derecesinde bir subay arkadaşımız “Komutanım, Allah bütün canlıları insanların hizmetine vermiştir. Ne yani! Balık da yiyemeyecek miyiz?” demişti.
Gemi Komutanı geri adım atmış ve “Bakmayın öyle söylediğime… Ben çok yardımsever bir insanımdır. Eşim de çok iyilik yapar” gibi sözler söyleyerek yaptığı ayıbı örtmeye çalışmıştı.
Fakat ertesi gün beni makamına çağırdı ve açıkça tehdit etti. “En ufak bir hata yaparsan seni derhal hapse gönderirim” diye yüzüme karşı söyledi. Ne çare ki:
Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez. Bir şem’aki Mevla yaka, üflemekle sönmez!
15 Yıllık askerlik hayatımda bir gün dahi hapse girmedim. Çok tehditlere maruz kaldım lakin Allah, haksızlık yapan bu insanlara fırsat vermedi.
Ordudan ihracınızla ilgili size nasıl bir geri bildirim yapıldı?
En son görev yerim İstanbul Boğaz Komutanlığı idi. Personel Şube Müdürü beni çok severdi. Bir türlü Yüksek Askeri Şura kararını tebliğ edemiyordu. Birçok mesai arkadaşım “Ne güzel bu zor meslekten kurtuldun” diyerek beni teselli etmeye çalıştılar.
Ordudan ihraçedildiğinizde neler yaşadınız?
Böyle bir kararı beklediğim için benim için bir sürpriz olmamıştı. Her Askerî Şûra toplantısı döneminde telefonlar çalmaya başlar “Vehbi ordudan ayırdılar mı?” diye sorularla karşılaşırdım. Sonrasında “Aman, dikkat et” derlerdi. Ben de ne yapayım “eşime başını açmasını mı söyleyeyim” diye cevap verir, bir gün sıranın bana da geleceğini söyleyerek yakınlarımı teselli etmeye çalışırdım.
Süreçsizi ve ailenizi nasıl etkiledi?
Çocuklarımın yaşları o dönemde daha çok küçük olduğu için hiçbir şey anlamadılar. Eşim de böyle bir kararı beklediği için herhangi bir olumsuzluk yaşamadı. Lojmanda oturuyorduk. Kiralık bir eve taşındık. Çeşitli işlerde çalışmaya başladım.
Ancak iki sene geçtikten sonra şunu anlayabilmiştim. Askerlik mesleği çok stresli ve zor bir meslek imiş. Sivil hayatta çalışmak çok daha kolay ve huzurlu imiş.
Bu vetirede maişetinizi temin sadedinden neler yaptınız?
O günlerde arkadaşlarıma hep şu sözleri söylerdim:
“Rızkı veren Allah’tır” Başka bir zaman “Allah bir kapı kapa, bin kapı açar” dediğimi hatırlıyorum.
Gerçekten de askerlik kapısı kapanmış fakat önümde yeni kapılar açılmıştı. Subay maaşından kat kat fazla denizcilik işlerinden gelirim olmuştu. Bu sayede kimseye yük olmadan ev ve araba sahibi olmuştum. Hamd olsun, Allah’ın rahmeti ve bereketini hep üzerimizde hissettik.
İBB’deki hizmet süreçleriniz…
Askeri Şura kararlarını imzalayan Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Erbakan idi. Her iki zat, seçim konuşmalarında “Eşleri başörtülü olduğu için ordudan atılan askerler bizim dönemimizde son bulacak!” diye seçim beyannamelerinde bulunuyordu. Haliyle 28 Şubat 1997 döneminde çok fazla sayıda dindar asker ordudan kendi imzaları ile atılınca zor duruma düşmüşlerdi.
Başbakan Erbakan, o tarihte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a talimat vererek bizim gibi Askerî Şûra kararı ile emekli edilen subayların işe alınmasını istemişti.
Erdoğan da birçok baskıya ve aleyhteki tutuma rağmen beni ve 30 civarındaki arkadaşımı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde işe aldı. Su Ürünleri Hal Müdürlüğü’nde Müdür Yardımcısı olarak görev yapmaya başladım.
Sonunda bizlerin işine son vermediği için direnen Erdoğan’ı bir şiir okudu diye hapse attılar. Hâlbuki kendisi Türkiye’nin en başarılı belediye başkanıydı. “Bizim yüzümüzden görevden alındı” desem, haksız sayılmam.
Nitekim, Erdoğan’dan sonra işbaşına gelen yardımcısı Ali Müfit Gürtuna derhal işlerimize son verdi. İkinci kez memuriyetten atılmış olduk. Fakat Askerî Şûra kararları yargıya kapalı olsa da Belediye Başkanının kararı yargıya açıktı. İdare Mahkemesi’ne başvurduk ve mahkemeyi kazanarak görevimize iade edildik. Fakat devletin baskısı sonuçverdi ve Danıştay bu kararları bozdu.
Bu sayede Belediyeden ayrılmış ve ticaret gemilerinde çalışmaya başlamıştım. Önce İkinci Kaptanlık sonra ise Gemi Kaptanlığı yaparak maişetimizi çıkarmaya çalıştık. Hamd olsun Allah bizi kimseye muhtaçetmedi…
Vakt-i merhûnu gelmiş olmalı ki emeklilik haklarınızı 25 yıl gecikmeyle elde ettiniz. Rütbeniz de iade edildi mi? Bu süreci nasıl okudunuz!
Askeriyeden ayrılınca sivil toplum örgütü kurarak haklarımızı almaya çalıştık. Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) adı altında çok etkili çalışmalar yaptık. Siyasetçilere baskı yaparak 12 Eylül 2010 yılında Anayasa referandumunda “Yüksek Askerî Şûra Kararlarının yargı denetimine alınmasını” sağladık. 2011 Yılında ise bazı sosyal haklarımız verildi. Emeklilik sürem dolmadığı için İstanbul Üniversitesi’nde 6 yıl çalışarak emekli oldum. Askerî kimlik kartı ve beylik silahı taşıma haklarını geri aldık.
Tazminat alabildiniz mi?
Herhangi bir tazminat verilmedi. Bununla birlikte süreci memnuniyetle karşıladık. Fakat Yüksek Askerî Şûra kararları dışında re’sen emekli edilen asker arkadaşlarımıza hiçbir sosyal hak verilmediğini görünce çok üzüldük.
1200 civarında benim gibi Yüksek Askerî Şûra kararı ile emekli olan muvazzaf askerlere sosyal hakları kısmen verilmiş olsa da sayısı binleri bulan diğer asker arkadaşlarımızın haklarını alamamış olması çok düşündürücüdür. Hâlbuki Ergenekon ve Balyoz mahkemeleri ile FETÖörgütünün kumpasları ile mesleğinden edilen askerlere özlük ve emeklilik hakları verildiği gibi tazminat dahi almalarına imkân tanınmıştır. Fakat sorun çözümünde bizim gibi eşi başörtülü askerler söz konusu olunca haklar verilmemektedir.
Hasbünallah!
Bu konuda uzun uğraşılar sonucunda birkaçkez Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kanun teklifi ile gidildiği halde gizli bir el son anda buna engel oldu. Nitekim 14 Mayıs 2023 seçimi öncesinde yaptığımız girişimler de sonuçvermedi.
Ak Parti yöneticileri her defasında bu hak mücadelesinde haklı olduğumuzu söylemesine rağmen siyasi irade noktasında bekleneni verememiştir. İnşallah hiçolmaz ise seçim sonrasında verilen sözler tutulur ve asker arkadaşlarımızın hiçolmaz ise emeklilik hakları iade edilir. Aksi takdirde bunun vebali vardır.
TSK’ya hakkınızı helâl ettiniz mi?
Benim Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir hakkımın olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle helâl etme gibi bir düşüncem yoktur. Çok sevdiğim askerlik mesleğinde Deniz Kuvvetleri savaş gemilerinde güzel görevlerde bulundum. Eğitim aldığım askerî okulda ve Deniz Kuvvetleri’nde çok güzel bilgiler edindim. Edindiğim bu faydalı bilgi ve tecrübeleri denizcilik mesleğinde de kullanma imkânım oldu.
Sonuçta Allah bütün insanları imtihan ediyor.
Elbette Deniz Kuvvetleri’ne daha fazla hizmet etmek isterdim. Fakat insanın kaderi ve rızkı farklı yazılmıştır. Sonuçta Allah bütün insanları imtihan ediyor. Bazen sabır göstermek ve bazen de şükür ile verilen nimetleri karşılamak lazım geliyor.
’1000 yıl sürecek” denilen “hain kalkışma”, biiznillah tarihin nisyan karanlığına derdest edilirken TSK ne kadar normalleşti? Tehlike tamamen geçti mi? Bir yazınızda ‘tam 41 yıldır orduda yapılan din düşmanlığı ile mücadele ediyorum’ cümlesini kurduktan sonra hangi mülahaza ve gerekçelerle “Ordudaki dindar düşmanları ile mücadelemiz bitmedi” diyorsunuz?
Türkiye gibi dünyanın en önemli geçitlerinin bulunduğu bir bölgede İslam düşmanlarının emelleri ve hain planları elbette olacaktır.
TSK İslam’ın son ordusudur.
Bu nedenle tehlike geçmemiştir. “Su uyur düşman uyumaz” demiş atalarımız. Bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri daima hedeftedir. Çünkü İslam’ın en son ordusu bu ordudur. Bin yıldan beri İslam düşmanlarını zillet içinde bırakmıştır.
Başta ABD olmak üzere çeşitli Siyonist örgütler Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirerek İslam’a zarar vermek istemişlerdir. Bugün olduğu gibi yarın da bu durum böyle olacaktır. Dolayısı ile tehlike geçmiş değildir.
Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması çok önemli bir gelişmedir. Bu sayede Sabetay Yahudilerinin orduya sızma ve ele geçirme teşebbüsleri çok daha güçleşmiştir. Normalleşme çabaları devam etmekle birlikte FETÖuzantısı ve Sabetay yetiştirmesi birçok insan hâlâetkili mevkilerde görev yapmaktadır.
Az önce de bahsettiğim üzere gizli eller tamamen haksız bir şekilde 28 Şubat 1997 döneminde ordudan emekli edilen arkadaşlarımızın haklarını almasına engel olmaktadır. Elbette bu kişilerle mücadelemiz bitmedi. Son İslam düşmanı ordudan temizleninceye kadar bu mücadele devam edecektir.
Üçlü Kararname ile orduyla ilişiği kesilen binlerce askeri personel maalesef emeklilik haklarını elde edemedi. Askerî Şûra kararlarıyla ihraçedilenlerle Üçlü Kararname ile ordudan atılanlar arasında hukuken nasıl bir ayrım söz konusu?
Üçlü Kararname ile ordudan ayrılan arkadaşlarımızın bizden farklı olarak yargıya gitme hakları bulunuyordu. Fakat askerî yargı adaletli karar veremiyordu. Nitekim bütün 28 Şubat mağduru asker arkadaşlarımız Askerî İdare Mahkemeleri’ne müracaat etmelerine rağmen hiçbiri açtığı davayı kazanamadı.
15 Temmuz 2016 darbesinden sonra yapılan düzenleme ile Askerî Yargı tamamen ortadan kaldırıldı. Çünkü sicil olarak Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı askerî hâkimler bağımsız ve âdil yargılamada bulunamıyorlardı.
Kamu Denetçiliği Kurumu bu durumu göz önüne alarak 28 Şubat döneminde ordudan re’sen emekli edilen Üçlü Kararname mağduru askerlerin haklarını alması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve Hükümete tavsiye kararı gönderdi. Fakat Hükümet ve Meclis bunun gereğini, aradan 5 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen hâlâyerine getirmedi.
Üçlü Kararname ile ‘re’sen’ ordudan ihraçedilen askerlerin mağduriyetlerinin giderilmesine matuf neler yapılabilir?
Bu arkadaşlarımız aynı bizler gibi eşleri başörtülü olan dindar askerlerdir. Hiçolmaz ise bize tanınan haklar bu asker arkadaşlarımıza da verilmelidir. Hem de bunların sayıları 3.000 civarında olup devletimize bir yük değildir.
Bizler için çıkarılan 6191 Sayılı Kanun, benzer şekilde Üçlü Kararname mağduru arkadaşlarımız için de çıkarılabilir.
Ahir kelâm bâbında neler söylemek istersiniz?
Yıllar önce kaleme aldığım bir yazımı bu vesile ile arz etmek istiyorum.
Lütfen…
28 Şubat Darbecilerinin Derdi Neydi?
“28 Şubat 1997 döneminde çok haince icraatlar yapılmıştır. Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı verilen ve kurucularının çoğunluğunu Sabetaycı general ve amirallerin meydana getirdiği yasadışı örgütün, Silahlı Kuvvetlerimize yapmadığı kötülük kalmamıştır. Bunlardan sadece birkaçtanesini yazacağım ki; inkârcıların sesi kesilsin. Zira FETÖ’cülerden daha utanmaz bir şekilde işledikleri suçları inkâr ediyorlar.
“Burası cami değil, askeri okul!”
Önce kendimden başlayayım. Askerî okulda namaz kıldığım için defalarca ikaz yedim. Kandil gecesi namaz kıldığım için utanmadan “Burası cami değil, askeri okul” ve “burada namaz kılamazsın” gibi akıl almaz sözlere muhatap oldum.
Deniz Harp Okulu’nda okurken Ramazan ayında Türk öğrencilere oruçtutmak yasaklandı. Misafir öğrencilere yani Libyalılara sahur ve iftar yemekleri çıkarılırken bizi yemekhaneden kovdular. İftarımızı kantinden aldığımız birkaçyiyecekle yapmak zorunda aldık.
Teğmenliğimin daha ilk yılında öğrencilere namaz kılmayı tavsiye ettiğim ve dini kitaplar okunmasını söylediğim için soruşturma geçirdim, onlarca sayfalık ifadem alındı.
Savaş gemisinde içki içmediğim için İzmir Orduevi’nde Gemi Komutanı tarafından hapse atılmakla tehdit edildim. İşin kötüsü bu edepsizlik o derece yaygın bir hal almıştı ki içki içmedim diye “komutana karşı geliyormuşum” diye bütün subayların hedefi oldum. Çarkçıbaşı Ümit Saydam olmasaydı neredeyse linçedilecektim.
“Kurban kesmek iyi bir şeydir” dediğim için başka bir Gemi Komutanı tarafından hesaba çekilmiştim. Hâlbuki öğle yemeği esnasında soruyu komutan sormuş “her taraf mezbahaya dönüyor” diye kendi akılsızca düşüncelerini tasdik etmemi istemişti. Askerlikten gelen yetkilerini dini konularda baskı aracı olarak kullanıyordu. Bunu kabul etmeyince ertesi gün makamına çağırmış “en ufak bir hata yaparsam hapse göndereceğini” söyleyerek tehdit edilmiştim.
“İrtica en büyük düşmanımızdır.”
Donanma Komutanı Güven Erkaya tarafından Gölcük’teki askerler sinema salonuna toplanmış ve “irtica en büyük düşmanımızdır.” denilerek eşi başörtülü askerlerin ordudan atılacağına yönelik tehditleri bizzat işitmiştim.
“Namaz kılmaya önem verir!”
Sicilime “namaz kılmaya önem verir” gibi güya ayıpmış gibi değerlendirmeler işlenerek top atışlarında kazandığım birincilikler göz ardı edilerek düşük sicil verilmiştir. Daha bunun gibi nice fenalıklara maruz kaldım. Fakat bu acı gerçekleri 2007 yılında “Bahriye’de 15 Yıl” isimli kitapta neşrederek bir taraftan halkımızı uyandırdım, diğer taraftan da Hükümet yetkililerini haberdar ettim.
Burada yaşadığım diğer çirkin uygulamaları yazmıyorum. Çünkü makale sınırlarını aşar. Fakat sadece Dr. Şaban Çobanoğlu tarafından yayınlanan “Sakıncalı Asker” kitabında yer alan bir iki tane din düşmanlığı uygulamasını da yazmak istiyorum. Dindar askerlere yapılan baskıların sadece Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na mahsus kalmadığı Kara ve Hava Kuvvetlerinde de yine bu Sabetaycı generallerin nasıl bir İslam düşmanlığı yaptıklarını kör gözlere de göstermek istiyorum.
1994 yılında Edirne Uzunköprü’de askerî kışlada asker aileleri ile verilen iftar yemeğinde Tugay komutanı tarafından “Yüzbaşı Abdullah ve eşinin çağdaş olmayan kıyafetle Askeriî Gazino’ya geldikleri için salonu terk etmeleri gerekmektedir” diye mikrofonla anons edecek kadar iğrençbir tutum sergilenmiştir. Buna şahit olan yüzlerce asker ve ailesi vardır.
Askeri birliklerdeki cami ve kışlalara bizzat Birlik Komutanları tarafından tecavüz ediliyordu. 1992 yılında ezan okunuyor diye yine Uzunköprü’deki Kışla Camii’ne ayakkabıları ile giren Teoman Koman isimli general, herkesin içinde cami düşmanlığının nasıl bir seviyeye geldiğini göstermişti. Bu şahıs aynı zamanda MİT Müsteşarlığı da yapmıştı. Yani devletin en yüksek istihbarat kurumunu bu insanlar yönetiyordu.
Cami tecavüzleri yapan generaller “ezan okunmaması” kararı verebiliyor, askerî ibadethanelerde asılı bulunan âyetler ile, Allah (cc) ve Hazret-i Muhammed (sav) yazılarını Arapça olduğu için kaldırılmasını emredebiliyordu. İşgal birlikleri komutanları gibi bu generaller botları ile camilere girmekten geri durmamışlardı. Nice askerî camii kapatarak kapılarına kilit asmışlardı.
Fakat en çok yürekleri sızlatan olay Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde meydana gelmişti. Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararı ile ordudan atılan Yüzbaşı Güray Balatekin’in eşi, askerî kimliği alındığı için hastaneye kabul edilmemiş ve kanser hastalığından dolayı vefat etmişti.
Bu edepsizlikler saymakla bitmez. Daha fazla insanların sinirleri bozmadan “neden bu fenalıklar yapıldı?”ya dair birkaçmisal getireyim. İnanın bu satırları yazarken tansiyonum fırlıyor. Düşünmek bile çok ağır geliyor.
Doktorluk yeminini dahi bozacak şekilde inanılmaz din düşmanlığı yapan bazı general ve amirallerin derdi neydi acaba? Yargıdan müebbed hapis cezası yemelerine rağmen elleri kolları serbest bir şekilde dolaşan bu darbeciler, neden böyle bir işe bulaşmışlardı?
Sebeplerinin bazıları şunlardı:
-Ordunun kurumsal hiyerarşisini bozarak zayıf düşürmek ve bu sayede ülkemizin parçalanmasını sağlamak.
-Halkı isyan etme seviyesine getirerek karışıklık çıkarmak ve darbe zemini meydana getirmek.
-Devletimize, milletimize ve dinimize bağlı olan askerleri ordudan atarak faşist bir yönetim meydana getirmek.
-Yapacakları askerî darbe esnasında kendilerine engel olabileceklerini düşündükleri askerleri bir bahane ile temizleyip tereyağından kıl çeker gibi darbe yapmak.
-Dindar olmasa dahi yapılan zulümleri onaylamayan ve kabul etmeyen, vatanına bağlı komutanları cezalandırarak terf”i etmelerine engel olmak.
-FETÖörgütüne adam yetiştirerek darbe yapılması için zemin hazırlamak. –Nitekim, birçok asker taciz ve yıldırma gibi kanunsuz uygulamalardan kurtulmak için FETÖ’nün kucağına düşmüştür.-
-ABD’nin Silahlı Kuvvetler üzerindeki etkisini korumak ve daha da artmasını sağlamak.
-Sabatay Sevi tarafından kurulan Yahudilerin dahi dışladıkları sapkın insanlardan meydana gelen son derece tehlikeli çetenin kurumsal yapısını tahkim etmek ve ülkeyi gizli bir şekilde yönetmeye çalışmak.
Bunlar benim ilk çırpıda sayabildiğim acı gerçeklerdir. Daha yazılmayan binlerce acı olay vardır. Bunları her 28 Şubat yıldönümünde yazmak boynuma borçtur. Yoksa yazarlığı bırakmam gerekir.
Son bir söz de hükümetedir. Bu acıların bir kısmını Erbakan ve Erdoğan da yaşadı. Eşleri başörtülü olduğu için suçlanıp yemeklere bile birlikte katılamadılar. Her ne ise olan oldu; bütün bir millet olarak acıları bize yaşattılar. Fakat Hükümetin elinde imkân var iken bu yapılan haksızlıkları tazmin etmeyi neden düşünmez?”
-İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU-
YARIN- Üçüncü Bölüm: Uzun Yol Kaptanı Vehbi Kara