Bir Türk uzaya gitti, geldi. Çok şey söylendi yazıldı, çizildi. Ben olayın siyasi çevrelerce yorumlarını göz ardı ederek, gençlere etkisini gözlemledim. Gençlerin çoğu Türkiye’nin bu konularda geç kaldığını düşünüyorlardı. Alper Gezeravcı’nın yolculuğunu ilgiyle izlediler ve çok etkilendiler.

Gençler kendilerine rol model olacak kişileri arıyor ve buluyorlar. Son yıllarda, İHA ve SİHA ile başlayan ve sonrasında süregelen projelerindeki büyük başarılarıyla Selçuk Bayraktar ve şimdi de ilk Türk astronot Alper Gezeravcı.

Biz, Türkiye Cumhuriyeti olarak gençlerimize örnek alınacak kişiler üretebiliyorsak, kıvanç verici adımlar atıyoruz demektir. Bu duyguyu geçmiş yıllarda Aziz Sancar hocamız bize yaşatmıştı. Genç bir Türk doktor olarak çıktığı bilimsel yolculukta, hasar gören canlı hücrelerin kendilerini nasıl onardıklarını ve sahip oldukları genetik bilgiyi nasıl korudukları konusunda yapmış olduğu çalışmalarla Nobel Kimya Ödülü almıştı.

Bu başarıları ard arda sıralayınca, insan hücresinin temsil ettiği mikro kozmostan, makro kozmosa, uzaya doğru açılan pırıltılı bir çizgi beliriyor zihnimde. Aziz Sancar hocamızın üzerinde çalıştığı konu, yaratılıştan itibaren taşıdığımız genetik bilginin korunduğunu söyleyerek bizi uyarıyor. Açıkça ikaz ediyor. O bilgi bozulup kaybolmaya yüz tutsa bile, kendisini onarıp, orijinalinin aynısı olarak yeniden inşaa edecek bilgiyi de koymuş içine. Kim? Başka kim olabilir; “Bilginin Sahibi”. Hani bazılarımız geçmişte O’nun hayatımıza dair gönderdiği bilgileri değiştirip, kendimize göre kurgulamıştık ve yönümüzü başka mecralara çevirmiştik de, O bize doğru halini yeniden göndermişti. Hem de en mütevazı yöntemlerle. Bize değer vererek.

Mikro kozmozdaki bu bilgilendirmenin, makro kozmosta olmadığını zannedip korkanlar var içimizde. Uzay diyoruz, uzaydakiler diyoruz bir tuhaf oluyorlar. Aman, sakın açma o konuları. Ama bakınız, sonunda oldu işte, içimizden birisi uzaya gitti, sağ salim geri döndü. Geçen gün televizyonda gördüm Türkiye Uzay Ajansı yetkilileriyle birlikte Cumhurbaşkanımızı ziyarete gitmişler, toplantı halindeydiler.

Bilim-kurgu meraklıları hatırlar; Uzay Yolu dizisi başlarken her bölümün başında bir dış ses duyardık, o ses şöyle derdi; “Space! Final frontier” (Uzay! Son sınır.) Kainatın sınırlarını bilemiyoruz, bilgimiz kısıtlı. İnsanoğlu bilmediği şeylerden korkuyor, karanlıktan korkma durumu. Ama sürekli bir öğrenme süreci ve çabası içerisindeyiz. Bu çaba yetmiyor, gerçeği orasından burasından kırparak, evirip çevirerek, bilgiyi kurgulayanların var olduğunun da farkında olmak gerekiyor. Bilgiyi değiştirenler, saklayanlar ve kurgulayanlar olmasa insanlık çok daha ileride olacaktı. Bir yandan evrene ilişkin bilgi edinme çabasındayken, diğer yandan da bilgiyi saklayanlarla, hatta kurgulayanlarla muhatab olmak durumundayız. İnsanoğlunun dünya dışından geldiği bize bildirilmişken ve bu konuda pek çok kanıt gözlerimizin önündeyken, birileri sürekli yo hayır sen bu dünyadaki maymunların çocuğusun diyorlar. İnsan dışında akıllı, zekası olan bilinçli varlıklardan pek çok kaynakta bahsedilmişken, kainatta yalnız olduğumuzu söyleyip, yo hayır başkaları yok diyorlar. Kanıtları da yok etmeye çabalıyorlar. Çünkü kurguladıkları yanlış bilgi örgüsü yırtılırsa, yenisini insanlara kabul ettiremeyecekleri noktaya gelindi.

Bilgi nasıl saklanıyor konusuna günümüzden bir örnek verel,m. Birkaç gündür Amerikan medyasından yayılan bir haber okuyorum. Önce Ruslar uzaya nükleer silah yerleştirecekler şeklinde bir bilgi duyuruldu. Rusya yalanladı. Ardından haber değiştirilerek, Ruslar, uzaydaki Amerikan uydularını vurmak üzere uzaya yerleştirecekleri yeni bir silah sistemi geliştiriyorlar şeklinde sunuldu. Bizim haber kanallarına nasıl yansıdığını bilmiyorum, ama olay Amerikan kanallarında ilk sıralarda verildi. Rus hayranı filan değilim, Rusların Kırım’daki Tatar kardeşlerimize yaptıkları kötülükleri da asla unutamıyorum, ama medyanın neyin peşinde olduğunu da fark edebiliyorum. Haberi izleyenlere Rusların yine kötülük peşinde olduğu izlenimi verildi. Çin ile ilgili böyle haberler yapmıyorlar çünkü küresel sermaye şirketleri Çin’i üretim üssü olarak kullanıyorlar. Çin ile aralarında sadece bir rejim sorunu var, o kadar.

Biliyorsunuz dünyanın yörüngesinde yüzlerce uydu mevcut. Radyo/televizyon ve haberleşme uyduları, askeri uydular, iklim ve meteoroloji bilgileri toplamak için yapılmış olanlar var, ayrıca amaçları gizli tutulanlar da dünya çevresinde konumlanmış durumda. 1957 yılında yörüngeye Ruslar tarafından gönderilen “Sputnik” adlı uydudan günümüze kadar, uydu teknolojilerinde büyük değişiklikler oldu. Yörüngedeki teknolojik faaliyetler, Amerika-Rusya-Çin başta olmak üzere dünya devletlerinin güç elde etme yarışının parçası haline geldi. Biz iyi niyetle, bütün bu uyduların insanlığın ve üzerinde yaşadığımız dünyanın yararına kullanıldığını zannediyoruz. Öyle olmayabilir.

Güneyimizde bir teröristan kurmak isteyen ve terör örgütlerine on binlerce tır silah ve yardım malzemesi yığan bir devletin, yörüngeye yerleştirdiği uyduların insanlığın yararına çalıştığına inanmak saflık olur. Terör örgütlerini destekleyen devletler ve küresel şirketler olmasa ortada ne terör kalırdı, ne de örgüt. Terörün, diğer devletlere karşı yürütülen örtülü savaş olduğunu internette oyun oynayan ergenler bile biliyor.

Küresel güçlerin ulus-devletleri zayıf tutma yöntemleri, artık teknoloji destekli. Gizli yürütülen bilimsel çalışmalarla teknoloji, atmosfere, iklime ve yer kabuğunun fiziksel yapısına etki edebilecek seviyeye geldi. Top tüfek, füze kullanmadan, örtülü savaş açtığınız ülkenin hava şartları, yer kabuğuna ilişkin fiziksel şartları değiştirilebiliyor. Uydudan gönderilen ışınlarla, mikro dalgalar ve frekanslarla orman yangınları bile çıkarılabiliyor. Uydudan kullanılabilen teknolojilerle potansiyel deprem riski taşıyan fay hatlarının manipule edilebildiğinden de söz ediliyor. Bilimsel çalışmalarda faydası olur diye ülkemizdeki fay hatları bilgileri, hemen hemen dünyadaki tüm üniversitelerin arşivine girmiş durumda. Oysa bu tür bilgiler teknoloji çağında olduğumuz göz önüne alınarak ulusal güvenlik açısından gizli tutulmalıydı.

Bütün bunlar bilimsellik kriteri olarak kabul edilen akademik yayın dünyasının dışında yürütülen, gizli çalışmaların eseri. Biz filan bilimsel dergide yayınlanmadıkça o konudaki “bilimsel” çalışmaları yok saymayı sürdürüyoruz. Bu elbette bizim ülkemizdeki akademik ve bilimsel çevrelerin iyi niyetinden kaynaklanıyor. Bu tür kriterlerin, bilimsel çalışmaların kalitesi, niteliği ve gerçekliği konusunda belirleyici bir unsur olduğu düşünülüyor.

Aynı iyi niyetle, bahsettiğim haberi izlerken Ruslar 1960’lardan beri yörüngede duran uydulara dokunmazken, şimdi neden vurmak istesinler ki diye sormak aklımıza gelmiyor. Amerikan medyası da kendi hedef kitlesinden bu sorunun cevabını saklıyor. Biz diğer ülkelere zarar vermek üzere uydu teknolojisi kullanıyoruz, şimdi onlar da bu uydularımıza karşı önlem geliştiriyorlar diyemiyor. Elbette insanlardan saklanan bilginin bunlarla sınırlı olmadığını da tahmin edebiliyoruz. Amerikan ordusu bünyesinde kurulan ve dünya dışı akıllı varlıklarla ilgili birimlerin sırları hala açıklanmadı. Bir gün mutlaka hepsi gün ışığına çıkacak. Amerika hem sahip olduğu uydu teknolojilerini dünyadan saklıyor, hem de maksadının farkına varan Rusya’yı saldırganlıkla, yörüngeye uydularına yönelik silah yerleştirmekle suçluyor.

Aslına bakarsanız Amerika’nın uzayda nükleer silah kullanma isteği de yeni değil. Başkan Ronald Reagan’ın mart 1983’de Beyaz Saray’da kayda alınmış bir video ile halka açıkladığı “Yıldız Savaşları” projesinin özü, gerektiğinde kullanılmak üzere, dünyanın yörüngesinde nükleer başlıklı füze konuşlandırılması idi. Ama ne olduysa oldu ve Amerika bu isteğini gerçekleştiremedi. Belli ki birileri engelledi.

Bir zamanlar insanların mucize olarak gördüklerinin, aslında başkalarının kullandığı ama gizli tuttuğu teknolojiler olduğunu artık biliyoruzŞöyle düşünün, Ali baba ve Kırk Haramiler masalında “açıl susam açıl” denilince kapıların açılmasını dedelerimiz mucize olarak görüyorlardı. Şimdi cep telefonunuza vereceğiniz sesli bir komutla bazı cansız varlıklara hükmedebiliyorsunuz, uzaktayken evinizi, hatta ocaktaki yemeğinizi ısıtabiliyorsunuz. Bu teknoloji yüz yıl, hatta o kadar bile uzak değil, elli yıl önce elinizde olsaydı diğer insanları nasıl etkileyebileceğinizi düşünebiliyor musunuz? Artık masal kitaplarında Ali baba ve Kırk Haramiler yer almıyor. Hatta masal kalmadı, çoğu gerçek oldu, o yüzden şimdi bilim-kurgu zamanı. Bunun gibi geçmişte mucize bildiğimiz pek çok şeyin de, aslında maddi dünyada ve reel biçimde kullanılabilir teknolojiler olabileceği ihtimali gözümüzün önünde duruyor. Böyle düşününce, bilginin önemine ve bilginin gerçek sahibine olan inancımız daha da güçleniyor.