İbrahim Ethem GÖREN

Isparta Yalvaç–Sücüllü’de dünyaya gelen, ‘köylü olmakla’ iftihar eden Abdullah Kucur’un hasbî olarak, hayatı boyunca en hassas olduğu konular vatan, millet ve mukaddesat idi. Bu meyanda 1950-60lı yıllardan itibaren, Fethi Gemuhluoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Osman Yüksel Serdengeçti vb. milliyetçi-mukadesatçı yazar, şair ve fikir adamları ile dostluklar kurdu ve bu uğurda çalışmalarda bulundu ve vatanî, ilmî ve hayrî hizmetleri destekledi.

Merhum Kucur, siyaset üstü bir kimliğe sahipti, dar kalıplar ve hesaplardan uzak duran bir şahsiyetti. Halvetî Şabanî yolunun sadık bendelerindendi. Bir tarike mensup olmasına rağmen, bütün tarikat mensupları ile dostluklara sahipti.

Hasbî amelleriyle vefatıyla da ders vermeye devam etmekte olan Abdullah Kucur ağabey varoluş sebebini arayıp buldu, böylelikle etrafını mütemadiyen şenlendirmenin gayreti içerisinde oldu.

Abdullah Kucur 13 Eylül günü şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kapılarını son nefesinde deruni bir hû niyâzıyla aralayarak Küçükyalı kabristanlığında basübadelmevt hâmûşânının arasına karıştı.

Pek çok araştırmacının, yazarın, akademisyenin çalışmalarına ufuk açıcı teşvikleri ile destek olan Abdullah Kucur'a rahmeti vesile kılarak vefeyât dosyası hazırladık. Merhum Abdullah Kucur'a yazılarıyla da vefâ gösteren Ahmet Seçkin, Emin Işık, Sadettin Ökten, Nabi Avcı, Mahmud Erol Kılıç, Bilal Kemikli, Abdullah Uçman ve Mahmut Bıyıklı'ya teşekkür ediyorum. 

AHMET SEÇKİN

SEÇKİN İNSAN

Bu satırlar Ağabeyimi, Abdullah Kucur’u anlatmak değil, Onunla ilgili birkaç kelâm etmeye çalışmaktan ibarettir: Abdullah ağabey, tanışmak nasip edildiğinde lise öğrencisiydim. Yeşildirek’te ağabeylerimden birine ait olan konfeksiyon mağazasına ziyaret amacı ile uğramıştı. Mağazada, o sırada başka kimse bulunmadığından kendilerini ağırlamak bana nasip olmuştu. Hiç unutmadım… Beni tanımak için sorduğu soruları takiben; o muhteşem nazarları altında birebir konuşmamızın, ilk konuşmamızın konusu, 'seçkin insana ihtiyaç' olmuştu…

Enteresandı ki 'seçkin insana ihtiyaç' o günlerde, belki de okumakta olduğum Kutadgu Bilig’in tesiriyle beni fikren çok meşgul eden bir konuydu. Kendisini daha önce görmemiştim, kim olduğunu da bilmiyordum.. Ancak o tanışmada, evet o ilk tanışmada içime kavratılmıştı ki ‘SEÇKİN İNSAN O İDİ’.

Yeşildirek’te bulunan işyerlerine haftada 2-3 defa ile başlayan ve artan sıklıkla gidip gelmeye başladığımda yıl 1980 idi ve Hukuk Fakültesi 1. Sınıf öğrencisiydim. Eyvallah etmez, boğun eğmez bir mizacın sahibi idim. İnce ince müdahalelerini hissettiğim ‘SEÇKİN İNSAN’ hayatımın merkezi olmuştu...

MUHTEŞEM BİR TÜRK MÜNEVVERİYDİ

Söze gelen her hususta sathi değil, akademik nitelikte doyurucu bilgiye sahipti. Muhteşem bir Türk münevveriydi. Kendisinden neler okumadım ki: Edebiyat okudum, Tarih okudum, Hukuk okudum; Türk-İslâm Kültürünü ve Coğrafyasını okudum; Türkiye ve Dünya Siyasetini okudum; bizatihi siyaset okudum, sevgiyi, aşkı, ihaneti okudum ve O’ndan ‘insanı’ okudum…

Otuz yılı aşan bir zaman diliminde haftada 2-3 gün şeklinde kesintisiz devam eden birlikteliklerde anlamamı gerekli buldukları hususlar içinde öyleleri vardı ki onları bir bir yaşatarak gösterdi… 

Muhabbetin dahi haset edicilerinin olduğu, düşmanlarının olduğu bir dünyada yıllar Onunla dolu dolu geçti... Son altı-yedi yılda adına ne diyeceksek, ister inziva, iister halvete çekilme, çoklukla evinden çıkmaz oldu…

SEÇKİN İNSAN’LA, Ağabeyimle, son olarak vefatlarından bir hafta önce, Fatih Güneren Bey’i defnettiğimiz gün, Ali Malkoç Ağabey, Ahmet Dehmen ve Selman Gemuhluoğlu’nun da bulundukları bir ortamda geç saatlere kadar birlikte olduk…

O gün, 'Ali, bu dünyanın vefası yok, kimler geldi, kimler geçti, geride sadece Ahmet kaldı' sözlerini duyduğumda, sesinden yayılan üzüntülü hal sebebiyle sevinememiştim… İçimi hep ışıtan muhteşem nazarlarını en son o gün gördüm... Ayrılmadan önce gözlerinde gördüğüm ifadenin ne anlama geldiğini, kendilerince malûm olanı söylememenin ifadesi olduğunu bir hafta sonra öğrendim…

İSMİ İLE MÜSEMMA İDİ. ALAH’A KUL İDİ…

Evet… Vefâtı ile kimileri babasını, kimileri dedesini kaybetti; kimileri ağabeyini, kimileri amcasını… Ben, ben ise bu dünyada en çok sevdiğimi…

ABDULLAH KUCUR, BÜYÜK BİR RUHTU ve BU BÜYÜK RUHA YOLDAŞLIK EDEN KUVVETLİ BİR HAFIZA ve BÜYÜK BİR AKLIN SAHİBİYDİ.

SAHİP OLDUĞU AKLIN BÜYÜKLÜĞÜ NİSPETİNDE KENDİSİNE TEKLİF EDİLEN DİNİ, KENDİSİNE TEKLİF EDİLEN HAKİKATİ TEREDDÜTE MAHAL BIRAKMADAN HAYATA GEÇİRMİŞTİ. BİNAENALEYH, İSMİ İLE MÜSEMMA İDİ. ALAH’A KUL İDİ…

RESUL-İ EKREM EFENDİMİZE VE EHL-İ BEYT’İNE MUHABBETİ SONSUZDU. ALLAH YOLUNDA CANSA CAN, MALSA MAL DİYEREK YAŞAYAN ASHABIN BÜYÜKLERİ GİBİYDİ.

Sözün burada bitmiş olması gerekir… Ancak öyle hususlar var ki bir kısmından hususen söz edilmezse olmaz…

DOSTTU…

Yılan çıkması muhtemel deliğe yılan çıkmasın diye tabanını dayayacak kadar, öldürülmesi muhakkak ve mukadder olanın yatağında öldürülmesin diye yatacak kadar dosttu.

SÖYLEDİĞİNİ YAŞAYANDI, BAŞKA BİR ÇAĞIN ADAMIYDI

Yaşadığını söyleyen, söylediğini yaşayandı. Haram yememeyi tavsiye etmişse haram yemediği içindi… Sevmeyi talim ettirmişse sevdiği içindi. Nasihat alıp da kusurlarından vazgeçemeyenler için, başka bir çağın adamı idi. Rahle-i tedrisi zorluk üzerine kurulu idi. Zorluğun pişirdiğine kâni idi. Kendi meydanı, bilhassa en zor olanların hayata geçtiği 'er meydanı' idi.

CÖMERTTİ…

Alan el değil, veren eldi... Borçla değil, geri istemeye utandığı ve istemediği, dudak uçuklatacak cinsten alacaklar ile gitti.

EL-EMİN SIFATI İLE SIFATLI OLANDI...

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, ölümünden üç-beş gün önce Madalyon Sokak’taki evinde karısının ve çocuklarının da bulunduğu bir gece vakti Abdullah Ağabeyle sürdürdüğü sohbete ara vererek 'Suzan! Bana bir şey olursa sizleri önce Allah’a ve sonra Abdullah’a emanet ediyorum' demiş ve ailesini, çocuklarını Abdullah Kucur’a emanet etmişti.

Belirtmek gerekir ki 'Koca' Fethi Gemuhluoğlu’nun etrafında o sıralar binlerce kişi vardı. Ancak emanet dosta, emin olana, Abdullah Kucur’a tevdi edilmişti…

Fethi Gemuhluoğlu’nun vefatından sonra Ali ve Selman’a üniversiteli oluşları, okudukları fakültelerden mezun olup hayata tutunuş ve evlenişlerine kadar her hususta gösterdiği takip ve titizlik kendi çocuklarına gösterdiğinden daha fazla idi…

ÜMMETİN TASASI İLE MİLLETİNİN TASASI İLE TASALANANDI…

Hasta düştüğü yerden ayağa kalkacak idi. Milletin istikbali için bir ömür çalıştı. Sahip kılındığı manevi güçleri insanının hayrına, milletinin ve memleketinin hayrına kullanandı.

'Hayrın da Hak şerrin de Hak, ya Rabbi şerrin bu mazhardan zuhur etmesin' duasını çok ederdi…

KENDİSİNİ GİZLEYENDİ…

Sahip olduğu manevi dereceleri açığa vurmayan, yokluk zarfı içinde gizleyendi. 2007-2008 yıllarından biri idi. Geride bıraktığımız onca yılda kendilerinde şahit olduğum birçok fevkalâde hâl sebebiyle, birçoklarına uğrayan ‘hâl’ bana da uğramıştı. Kendi kendime 'ağabeyim kedisini niçin gizliyor' sorusunu soruyor ve yine kendi kendime tatmin edici bir cevap arıyordum. Beyoğlu’nda bulunan Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Halvetilik ile ilgili bir sempozyum gerçekleşecekti. Ağabeyimle birlikte gittik.

Sempozyum, öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. İkinci bölümü de sona erdiğinde salondan yine birlikte çıktık. Salondan çıktık ama binadan çıkmadık, fuayede kaldık…

Ağabeyim, fuayede salonun çıkış kapısına göre sağ köşede bulunan üçlü koltuğun yanına gitti. Ayakkabılarını çıkardı ve bağdaş kurarak koltuğun ortasına oturdu. Onu, ilk defa böyle bir hâl ve böyle bir davranış içinde görüyordum. Birden, Ağabeyimi ve oturduğu yeri bir nur huzmesi kapladı… Fevkalâde bir hâl ile karşı karşıya olduğum idraki ile yanına varmadım ve fuayenin karşı köşesine çekildim... Beş on saniye geçmedi ki salondan çıkan ve sempozyuma konuşmacı ve dinleyici olarak katılmış yazar-çizer, doçent ve Profesörlerden oluşan bir grup ağabeyimin oturduğu yere doğru yürüdüler... Ağabeyim; gençlere dahi el öptürmekten kaçınan ağabeyim, onlara elini uzattı; gruptakiler uzatılan eli sıra ile öpmüşler ve sonra her biri ellerini bağlamak ve yan yana dizilmek suretiyle ağabeyimin önünde yarım bir halka oluşturmuşlardı.. En fazla 5 dakika süren bir sohbetten sonra ağabeyim tekrar elini uzatmış ve hazirun uzatılan eli öpmek sureti ile huzurdan ayrılmışlardı. Son kişi de ayrıldıktan sonra her şey normale dönmüştü. Ağabeyim ayakkabılarını giymiş ve çıkış kapısına yönelmişti. Konuşmadan binadan çıktık. İstiklal Caddesi’ne çıkıp yürümeye başladığımızda ağabeyim bana bakarak 'oğlum, bunda da bir şey yok… bunlar faso fiso, sen gönlünü bulandırma' buyurdu... Kendi kendime sorduğum 'ağabeyim kedisini niçin saklıyor' sorusu kat’i olarak cevabını bulmuştu ki bu cevaptan sonra bir daha gönlüme musallat olmadı…

TASARRUFUNU SAKLAYANDI…

Ağabeyim, ‘Azîzan’ın tasarruflarını anlatmayı, emanet aldıklarını nasıl görüp gözettiklerini anlatmayı severdi. Anlatılanlar hep gerçek üstü bir içeriğe sahipti, ancak anlatan ağabeyimdi ve onların birçoğunu bana yaşatarak gösteren de O olmuştu…

2005 yılında bir öğle vakti adliyede, çalıştığım icra dairesinde, memurların bulunmadığı, sadece haricen çalıştırılan bir şahsın bulunduğu bir ortamda dosya inceliyor, çalışıyordum… Az da olsa daireye girip çıkanlar oluyordu.  Haricen çalıştırılan şahıs karşımdaki masada makbuz koçanlarındaki resmi makbuzları tek tek mühürlemekle meşguldü... Memurların yemekten dönmeye başladıkları bir esnada bir patırtı koptu... Haricen çalıştırılan şahıs feryat figan etmekteydi. Üç koçan makbuz kaybolmuştu… Müdür, müdür yardımcıları ve memurların şahsıma olan itimatları tamdı… Dairede en başından beri bulunan bir kimse olarak baş şüpheli haline geleceğimi düşünmemek ve muhtemel bir ithamdan kurtulmak için daireden çıkmadan evvel çantamın ve üstümün aranmasını talep etmemek ile tedbirsiz davranmıştım. Makbuzların kayboluşundan biraz evvel daireye gelen iki genç avukata da makbuzların akıbeti sorulmuş, onlar da görmedikleri beyan etmişlerdi.

Bir hafta geçmişti. Üç koçan makbuz tüm arama ve araştırmalara rağmen bir türlü bulunamamıştı. Dairenin müdürü kendisinin yukarıdan sıkıştırıldığını, ismimi vermek zorunda kalacağını üzüntü ile bana bildirdiğinde 'hiç tereddüt etmemesini, ne gerekiyorsa onu yapmasını söylemiştim…' Söylemiştim ama aslında bu durum savcı tarafından suçlanmam ve belki de meslekten men’e kadar uzanacak bir muhakeme sürecin başlaması demekti. Daireden çıktığımda çok sıkılmış ve bunalmıştım... İçimden, 'Ağabey hâlim ortada… ne yapacaksanız yapın gayri' dedim… Söylemeliyim ki o an, İçimden geçirdiklerimin duyulup duyulmayacağı ve meselenin çözülüp çözülemeyeceği hususunda en küçük bir tereddüt dahi yaşamadım; inanıyordum ki problem çözülecekti.

Ertesi gün saat 09.30 sularında daireye gittim. Kapıdan içeri girdiğimde memurlar ortak bir sevinç dalgasıyla 'Çok şükür diyerek, Ahmet Bey gözünüz aydın' diyerek oturdukları yerden ya da gelip elimi sıkarak göz aydınlığı dilediler… Makbuz koçanları bulunmuştu…

Makbuzların kayboluşundan biraz evvel daireye gelen ve makbuzların akıbeti sorulduğunda görmedikleri beyan iki genç avukat,  'yanlışlıkla çantamıza girmiş, yeni fark ettik' diyerek ve özürler dileyerek makbuzları teslim etmişlerdi…

Halleri nasıldı diye sorduğumda: 'daire açılmadan evvel kendilerini dairenin kapısında bekler bulduklarını, yüzlerinde çok korkmuş insanların ifadesi bulunduğunu' söylediler…

Vakit kaybetmeden Adliye’den çıktım ve Sultanahmet’ten Maltepe’ye Ağabeyimi ziyarete gittim. Selamlaştıktan sonra sesli olarak 'Ağabey, teşekkür ederim' dedim. Yüzüme baktı ve 'Oğlum dikkatli ol ve bir daha kendini böyle bir duruma düşürme' dedi.

DÜNYANIN ÂLÂYİŞİNE İTİBAR ETMEYENDİ…

Fethi Gemuhluoğlu’nun, 'Türkiye’de Başbakanlık yapacak kişi on beş günde bir Abdullah’la konuşmalıdır' dediği kişiydi. Siyaset satrancını, devlet satrancını iyi bilirdi… Kepaze siyaset ile nâm, şan ve unvan gibi at gözlükleri ayaklarının altında idi…

İnsan yetiştirme gayreti hayatının merkezindeydi… Vatana millete, ümmete faydalı olacak, insana faydalı olacak insanlar…

Yolu, yolda yoldaşı Onunla tanıdık…

Kendini arkada tutmak suretiyle yokluk zarfı içinde ağabey olarak, amca olarak herkese elini uzatan ve tutandı... Hak bildiği yolun başı, ortası ve sonu idi… Hak yolunun muhafızıydı…

Kemalâtın kemalini onda müşâhede ettik.

Defalarca kendisinden duyduğum sözle satırlarıma nokta koyayım: 'Oğlum, 'gerçek mucize bir insanı mümin hale getirmektir'.

Prof. Dr. Abdullah UÇMAN

ABDULLAH AĞABEY BU ÂLEMDEN GARİK-İ RAHMET OLARAK GÖÇTÜ

13 Eylül Çarşamba günü evde masa başında çalışırken öğlenden sonra telefonuma bir mesaj geldi, açıp baktım Selman Gemuhluoğlu’ndan. Mesaj şuydu: 'Merhaba! Abdullah Kucur amca Hakk’a yürümüş!' 'İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn!'  Hemen Nihat Azamat’ı aradım, haberi o da teyid etti. Birkaç saat sonra Selman’dan tekrar yeni bir mesaj: 'Cenaze 14 Eylül Cuma günü, Cuma namazından sonra Sahrâ-yı Cedîd Camii’nden kaldırılacak ve Küçükyalı Kabristanı’na defnedilecek!'

Karmakarışık duygular içinde hafızamı yoklamaya çalışıyorum: Abdullah ağabeyle ilk defa ne zaman, nerede, nasıl tanıştık? Net olmamakla beraber 70’li yıllarda, muhtemelen ya Milliyetçiler Derneği’nin Çemberlitaş’taki Atikali Paşa Medresesi’nin hafta sonları bir araya geldiğimiz köşedeki o mütevazı, küçücük odasında, ya Halûk Göbülük ağabeyin Üsküdar’daki dükkânında ya da rahmetli Fethi Gemuhluoğlu ağabeyin Taksim’deki Türk Petrol Vakfı bürosunda… O yıllarda merhum Ziya Nur’un ön ayak olmasıyla tertiplenen Söğüt, İznik, Bursa ve Edirne gezilerinde de birkaç defa birlikte olduğumuzu hatırlıyorum. Bunların dışında bayram arifelerinde ikindi namazından sonra Fatih Camii’nde okunan mevlidlerde, bayram namazından sonra Fatih türbedarı Amiş Efendi Hazretleri’nin kabri başında yapılan dualarda mutlaka selâmlaşır, ayaküstü de olsa hal hatır sorar, dünya kelâmı ederdik. Oğlum Cüneyd’in doğduğu yıllarda 'Şehzademiz nasıl?' diye sorar, bazen de bayram hediyesi gönderirdi. Ara sıra İSAM Kütüphanesi’ne de gelen Abdullah ağabey, yıllardır Feylesof Rıza Tevfik’le  haşır neşir olduğumu bildiğinden, mutlaka 'Feylesof ne âlemde ya da yeni bir çalışma var mı?' diye sorar; ben de yapmakta olduğum çalışmalardan söz eder, o da bazı hâtıralarını naklederdi.

Abdullah ağabey, Ramazan aylarında Mustafa Uzun biraderimizin eski Milliyetçiler Derneği müdavimlerini bir araya getirdiği iftarlara da mutlaka gelir ve teravihten sonra bazen sahura kadar süren sohbetlerde yaptığı konuşmalar dikkatle dinlenirdi.

7 Ekim 2017 günü Fatih’te Ali Emirî Efendi Kültür Merkezi’nde yapılan 'Vefatının 40. Yılında Fethi Gemuhluoğlu’nu Anma' toplantısında Emin Işık hoca, konuşmasının bir yerinde, Fethi ağabeyin bir gün: 'Devrin başbakanı bu Abdullah Kucur’la on beş günde bir, benimle de haftada bir görüşmeli!' dediğini nakletmişti.

Geçtiğimiz Mayıs ayının son günlerinde vefat eden Semavi Eyice hocanın defni sırasında Fatih Camii haziresinde karşılaştık; bana metruk bir haldeki Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin mezarını gösterdi ve bir himmet ehlinin ya da kitaplarını basıp para kazanan yayınevlerinden birinin, hiç değilse doğru dürüst bir mezartaşı yaptırması icap ettiğini söyledi.  Ramazan ve Kurban bayramlarında, bayram namazından sonra Amiş Efendi Hazretleri’nin kabri başında okunan dualarda beraberce ellerimizi kaldırdık. Son olarak 22 Temmuz Pazar günü oğlumun nikâhı dolayısıyla tertiplenen mütevazı tekne gezisine azîz ve kadîm dostlarım Selman Gemuhluoğlu, Mustafa Ruhi Şirin, İskender Pala ve Nihat Azamat’la birlikte Abdullah ağabey de teşrif etti. Boğaz’da geçirdiğimiz birkaç saat süresinde dostlarımızın bazı siyasî, dinî ve kültürel meseleler üzerinde ileri sürdüğü görüşlere veya sordukları sorulara her zamanki gibi son derece soğukkanlı ve mutedil cevaplar vermek suretiyle hep beraber unutulmaz saatler geçirdik.

Çevresindeki hemen herkesle dost olan, yolunu şaşıranlara yol gösteren, ilim ehline yardım elini uzatan, gıll ü gışsız bir gönül adamı olan Abdullah ağabey gerçekten garîk-i rahmet olarak bu fânî âlemden ebedî âleme yürüdü. Kabri pür-nûr, son durağı cennet olsun.

Prof. Dr. Emin IŞIK

ABDULLAH AĞABEY MÜSLÜMANLARIN GÜÇLÜ OLMASINI İSTERDİ

Üzüldüm Allah rahmet eylesin. Abdullah Ağabeyin vefatından haberim olmadı, sizden öğrendim.

Abdullah Kucur ağabey bizlere, cemiyete Fethi Gemuhluoğlu ağabeyin emanetiydi. Kendisiyle pek çok hatıramız vardır. Birini müsaadenizle anlatmak isterim.  Bir gün Türk Petrol Vakfı’nda oturuyoruz, Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyimizle birlikte sohbet ediyoruz. Kapının zili çalındı, içeriye Abdullah Kucur ağabey girdi. Fethi Ağabey, bana hitaben, 'Emin, Abdullah’ı tanıyor musun?' diye sordu. Tanıyorum efendim cevabını verdim. Bu kez nasıl tanıyorsun diye sual etti. İyi tanıyorum efendim dedim. Fethi Bey bu kez 'Türkiye’de başvekil olacak adam Abdullah Kucur ile 15 günde bir mutlaka görüşmeli' dedi. Bunun üzerine kendisine 'Efendim, başvekil sizinle nasıl görüşmeli?' dediğimde, aldığım cevap 'Haftada bir' oldu.  

Hay Allah İbrahim Ethem Bey, vefatını sizden öğrendim. Dün yine bir mecliste adı geçmişti, ondan sitayişle bahsettim. Cenaze namazında bulunmayı çok isterdim. Nasip değilmiş.

Abdullah Ağabey sağlam imanlı bir şahsiyetti. Müslümanların güçlü olmasını isterdi, güçlü Müslümanları seven, güzel bir insandı.  Ben şahsen kendisini çok severdim. Hakikaten sevilecek bir insandı. Değerlendirmeleri iyiydi, akl-ı selim sahibiydi, hevai şeylerle uğraşmanın manasızlığını bilirdi, 'mesele insanla başlar, insanla biter, iyi insan yetiştirmemiz lazım gelir' düşüncesinde olan bir muvahhit kuldu. Derdi, düşüncesi buydu, 'Hizmet aşkın yoksa neye yararsın?' derdi.

Kendisinin Yeşildirek’te dükkânı vardı. Orada parka, konfeksiyon ürünleri satardı. Bununla birlikte cemiyetin içindeydi, şuur sahibiydi, bilgi sahibiydi, irfan ve hikmet ehliydi, okuyan dikkatli ve rikkatli bir hüviyet sahibiydi.

Kendisiyle pek çok hatıralarımız var. Birini daha arz edeyim. Yine meselede Fethi Ağabey merhum var. Bir gün Fethi Ağabey bana 'Abdullah keşke profesör olsaydı da üniversite talebelerine ders verseydi. Bakkal çırağı olamayacaklar profesör olabiliyor, amma işe yarayanlar bir kenarda duruyor' demişti. Aynen böyle İbrahim Ethem Bey, çok değeri, faziletli bir insan olan Abdullah Ağabeyimiz toplumda hak ettiği güzide yeri bulamamış bir zattı. Bu durum bittabi toplumumuzun ayıbıdır. Rahmet olsun. 

Prof. Dr. Sadettin Ökten

BÜYÜK BİR GÖNÜL İNSANIYDI

Abdullah Bey’e Allah rahmet eylesin. Vefâtını teessürle öğrendim, çok üzüldüm. Üzerimde hakkı büyüktür. Büyük bir gönül adadıydı, büyük bir hazretti. Çok hatıralarımız var. Abdullah Kucur gönlümüzün derinliklerine yer etmiş nadide bir şahsiyetti. İnşaallah bu hatıraları vakti geldiğinde paylaşırız.

Prof. Dr. Mahmud Erol KILIÇ

HAKİKİ MELAMET BAHÇESİNİN EN GÜZEL GÜLLERİNDEN BİRİYDİ

Muhterem Abdullah Kucur ağabeyin ardından…

Her şeyin manasından uzaklaştığı şu çağda muazzez İslam tasavvufunu en saf haliyle temsil eden Abdullah ağabeyin gönlümüzdeki yeri hep bâkî kalacak.

Hakiki Melamet bahçesinin en güzel güllerinden biriydi. Hep huzurda yaşadı, hep huzurda kalsın inşaallah.

Hüseyni idi bir Mâh-ı Muharrem’de göçtü seyyidü’ş-şühedâ’nın yanına. İki tane pırıl pırıl evlad bırakarak ardından...

Başta ailesine, evlatlarına ve bütün sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ederim. Ruhu şâd olsun…

Prof. Dr. Nabi AVCI

ALP-ER TUNGA ÖLDÜ MÜ!

Abdullah Kucur ağabeyi Eskişehir’de lise tahsili gördüğüm yıllarda Cevat hocamızın arkadaşı olarak, Ali Malkoç ağabeyimizin vasıtasıyla tanıdım.

Tam bir Anadolu dervişiydi. Mehabetli Müslüman Türk... Evet çok mehabetliydi, çok muhabbetliydi.
İbrahim Ethem Bey, benden yazı istediniz, yazamadım, elim varmadı. Cevat Hoca, Fethi Ağabey... ve şimdi Muharremin  bu ilk Cumasında da Abdullah Ağabey... 
'Alp Er Tunga öldü mü?
Issız acun kaldı mı?
İmdi yürek yırtılur' diyor ya şair... İşte öyle...
Yeşildirek’te yeraltında bir dükkan: Manifaturacı  mı, dergi idarehanesi mi, münevveran kahvesi mi, medrese hücresi mi? Galiba hepsi ve daha fazlası...
Hizmet ehliydi, herkese eli, gönlü, sofrası açıktı. Bize ağabeylik etti, analık-babalık etti. Başınızı omzuna koyup ağlayabileceğiniz ne güzel, ne müşfik,  ne yiğit bir adamdı.
Allah gani gani rahmet eylesin.


Mahmut BIYIKLI

İYİ BİLİRDİK, ÇÜNKÜ İYİLERDENDİ

Dünya meşakkatinden vuslatın gül bahçesine geçen soylu ruhlardan olan Abdullah Kucur amcamızın yaradılış vazifesini hakkıyla yerine getirebilmek için gayret ettiğine şahitlik ettik. İyi bilirdik, çünkü iyilerdendi. İyi adamların çeşmesinde su içmiş, sohbetlerinden nasiplenmişti. 'Mazluma şefkatiyle, zalime de zulmünü engelleyerek yardım etme' düsturuyla yaşamıştı. Memleket sulha erdiğinde memnun olan, ülkedeki olumsuz gelişmelerden derin üzüntü duyan bir vatanseverdi.

 'Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım…' diye diye yaşamış Hak dostlarına dost olmayı başarmıştı.

Abdullah amcayı merhum Fethi Gemuhluoğlu için yaptığımız anma programlarında tanıdım. Bir seferinde salon tıklım tıklım, her yaştan insan vardı. Programı yönettiğim için izleyiciye yüzüm dönüktü. O kalabalık arasından bir kişideki huşû dikkatimi çekmiş, içimden bu kişi kim acaba demiş ve program sonrası kendisiyle tanışmıştım. Çok asil bir duruşu, naif sükûtu vardı. 'Lisân-ı hâl lisân-ı kâlden üstün konuşur' hikmeti hakikatince hali üzerimde derin bir tesir bırakmıştı. Gemuhluoğlu konuşulurken kalp atışının hızlandığını, adeta kalbimde hisseder olmuştum. Dostuna dair söylenen her cümleyi, her kelimeyi can kulağıyla dinliyor, gönül dünyasına adeta nakşediyordu. Bugün Türkiye’de dostluk denilince ilk akla gelen isimlerden bir olan Fethi Beyin dostluğunu kolay kazanmadığını ve dostluğun hakkını verdiğini bizlere göstermiş oldu. Her Gemuhluoğlu programında arka sıralarda mütevazı şekilde oturan hakiki bir dervişti. Her seferinde ısrar etmemize rağmen kürsüye çıkıp konuşmadı. Oysa ki anlatacak çok şeyi vardı. Yakın döneme dair tanıklıkları ve önemli şahsiyetlerle olan hususi hatıraları altın kıymetindeydi. İnşallah kıymetli evlatları veya vefâlı sevenlerinden birisi hakkında bir kitap çalışması yapar da deryadan damla da olsa okuyanlara nasiplenmek düşer.

SON SIRLI ADAMLARDAN BİRİNİ DAHA KAYBETTİK

Görünce mutlu olduğumuz, muhabbeti içimizi aydınlatan son sırlı adamlardan birini daha kaybettik. İnsanın insana nice zulümler ettiği, vicdanını yitirmiş bu kirli çağda insanın insana şifa olabileceğini hepimize gösteren örnek bir zattı. Evvel giden ahbaba ve bu toprakları güzelleştiren irfan öncülerinin nicesine hasreti vardı. İnşallah onlara komşu olmuştur. Menzili mübarek olsun. Kabri pür-nûr olsun. Makamı "mak'ad-ı sıdk" olsun. Livâü'l-hamd altında gönlünde muhabbetini eksik etmediği Hak dostlarıyla birlikte haşr ü cem olsun...

Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ

DÖNÜŞÜMÜZ ANCAK O’NADIR

Ölüm, inanan insan için bir kavuşma, vuslat… Aslî vatana dönüştür. 'Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.' Buradaki 'Allah’tan geldik' ifadesini, 'her şeyimizle O’na aitiz', ' varlığımız Allah içindir' ve 'ilahî kazaya rıza için yaratılmış kullarız' şeklinde de tercüme edenler vardır.

VARLIĞIN SAHİBİ O’DUR

Başlarına bir sıkıntı geldiğinde, inananlar bunu söylerler. Kur’an-ı Kerîm bize bunu öğretmiştir: Varlığın sahibi O’dur… Bütün mevcudat gelip bu dünyada hayat bulduğu gibi, bir gün 'gel' emriyle de muhatap olacak ve 'ölümü tadacaktır.' Bâkî olan Allah’tır; her şey yok olup gidecek, sadece O kalacaktır. Bu hakikati müdrik olanlar, kavuşma, vuslat ve dönüş kavramları etrafında bir ölüm tasavvuruna da sahip olacaklardır.

Bu cümleleri, burada bendeniz kaydediyorum. Lakin pek çok kitabımızda, hakîmlerimizin eserlerinde ve şiirlerinde benzeri yaklaşım dile getirilir. İlim ve irfan ehli ölüm kavramını bu şekilde tahlil ederek hayatı sahih ilkeler etrafında ikame etmemiz için bize kılavuzluk ederler.

ABDULLAH AMCAMIZ, TESKİN EDER VE UMUTLANDIRIRDI

Geçtiğimiz günlerde 'Bekâ Semtine' uğurladığımız Abdullah Kucur amcamız da bundan beş yıl kadar evvel 'Âlem-i Cemâle' göçen validemin taziyesinde hemen hemen aynı cümleleri kurmuştu. Şimdi çok iyi hatırlıyorum, bu cümleleriyle gönlüm ferahlamış, aklımı ve zihnimi meşgul eden sorulara cevap sadedinde yeni pencereler açmıştı.

Abdullah amcamız daima böyleydi; teskin eder, umutlandırır ve hadiseye müspet nazarla bakmamızı temin ederdi.  Anacığım için ta İstanbul’dan kalkıp gelmiş, hânemizi şenlendirdiği gibi sözü ve sohbetiyle de gönlümüzü şenlendirmişti. Şimdi o cümleleri, 'Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz' âyet-i celîlesini okuyarak huzura varan Abdullah amcamız için bu sefer bendeniz kuruyorum: Abdullah amcamızın menzili mübarek, ruhu şâd olsun…

Geçtiğimiz hafta Salı günü, 4 Eylül 2018 günü aramıştı bendenizi. Mahzûndu… 'Dr. Fatih Bey emâneti teslim etti Bilal, haber vereyim…' demişti. Dr. Fatih Güneren, onunla ortak buluşma noktalarımızdan biriydi. Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri’nin ahfadından, Şemsî-Sivâsî mirasına sahip çıkan bir güzel beyefendi… Yaşlı ve hastaydı. Beklenen bir yolculuktu; ama ikimiz de mahzunduk. Zîrâ âilenin manevî mirâsını taşıyan 'er kişi' o idi. Onun üfûlü ile bir devir kapanıyor, demeyeyim; lakin aileden o mirası sürdürecek kimsecikler kalmıyor. Bizi mahzunlaştıran husus, işte bu düşünceydi. Dr. Fatih Bey, aileye ait mirası korumuş, yazma eserleri Süleymaniye Kütüphanesi’ne devretmiş ve bunlar üzerinde akademik çalışma yapanlara her zaman destek vermişti. Şimdi eriştiğimiz akşam, başka bir akşamdı. Eylül, dökülen yapraklar gibi dostlar da birer birer hayat ağacından dökülüyor, beden toprakla buluşuyor, rûh kuşu bir nefesti, geldiği aleme uçuyordu... Dertlenmiştik.

'Perşembe öğleyin Fatih Camii’nden kaldırılacak cenaze' demişti. Fakat benim o Perşembe önceden planlanan başka bir programım vardı. Kurucusu olduğum Kütahya İlahiyat Fakültesi’nin rüyasını gördüğüm binanın açılışı. Diyanet İşleri Başkanımızın hazır bulunacağı bu ihtifalde bendenizin de mutlaka bulunmamı arzulamıştı dostlar. 'Söz borçtur' fehvasınca Kütahya’ya gittim; ama gönlüm Fatih Camii’ndeydi. Akşam Kütahya dönüşünde telefon marifetiyle konuştuk Abdullah amcayla… 'Mahfiyetkâr biriydi, hep saklı yaşadı Dr. Fatih Bey; cenazesi de öyle oldu… Bak sen bile gelemedin.' dedi. Yüreğim sızladı... Böylesi zamanlarda bin parçaya ayrılmak ister insan; her bir parçası bir gönül kazanma peşinde olsun diye.

ABDULLAH AMCA KALABALIKLARA SEVDALI DEĞİLDİ

Sivaslılar İstanbul’da şu kadar milyonuz derler; ama olmaları gereken yerde de olmazlar. Dostluğa değer vermek, tarihi sevmek, memlekete düşkün olmak gibi duygu ve düşünceler hep lafta kalıyor. Fatih Camii avlusunda bu dünya hayatında bir garip olduğunun farkında olan Dr. Fatih garip gitmişti. Buna şaşmamak lazımdı. Abdullah amca da kalabalıklara sevdalı değildi; ancak onun sitemi memleket değerlerine meftun olduğunu sandığı Sivâslıların Sivâsî yolunu, Kara Şems’i bilmemeleriydi.

Daima bu anlamda dertliydi Abdullah amca; genç nesiller kültürel dünyalarını inşa ederken aslî kaynaklara, üzerinde yetiştikleri topraktan beslenmeyi, millî kültürü inşa eden şair, yazar ve mütefekkirleri tanımalıydılar. Bu olmadan biz dünyada siyasi ve iktisadi varlığımızı idame ettiremezdik. Hep edilgen, hep taklitçi, hep tüketen olarak kalmak istemiyorsak kendi kültürel köklerimize aşina olmanın yolunu, yordamını bulmalıydık. Bunun yolu okumaktan, araştırmaktan, kalkıp o eserlere hayat veren bilgelerin şehirlerini ziyaret etmekten, mezarlarına ve türbelerine varmaktan ve onları yakından tanımaktan geçerdi.

Sivas için Şemseddin Sivâsî bu anlamda önemli bir kapıydı. O kapıya varmadan Sivas’tan özgün eser çıkmazdı. Kastamonu için Şeyh Şabân-ı Velî, Kütahya için Gaybî… Her şehrin bir anahtarı vardı. Kültürü, o anahtarı arayıp bulduğumuzda gerçek anlamda tevarüs etmiş olacaktık. Bu minval üzere düşünen, araştıran, yazan ve çizenleri dostu Fethi Gemuhluoğlu gibi teşvik ederdi. Onunla konuşmak, İstanbul’da dolaşmak bu anlamda Hasan Harakânî’den başlayarak bütün bir Anadolu Erenleri ve bilgeleriyle birlikte bir sohbete koyulmak veyahut tenezzühe çıkmaktı. Şimdi Kütahya dönüşü, o çok sevdiği Gaybî’nin dedesi Pir Ahmed’in türbesinin önünden Bursa’ya doğru arabayı sürerken konuştuğumuz mevzu Dr. Fatih Beyin göçünden mülhem bütün bu düşüncelerdi.

'YOL HALİNDESİN, SÖZÜ UZATMAYAYIM, ÜSKÜDAR’DA BULUŞUR, HALLEŞİRİZ…'

'Yol halindesin, sözü uzatmayayım, Üsküdar’da buluşur halleşiriz…' demiş, telefonu öylece kapatmıştı. Nereden bileyim, bu konuştuğumuz günden tam bir hafta sonra, yine bir Perşembe günü sabah vaktinde Abdullah amcamızın Rahmet-i Rahman’a kavuştuğu haberini alacağımı. Bilemedim. Kalkıp ertesi gün Üsküdar’a gidemedim. İşler vardı. Toplantılar. Gelecek olan misafirler. Yazılacak yazılar…

ÂH HAYAT! HAYAT NEDÂMETLER MECMUASIDIR

Âh hayat. Hayat nedâmetler mecmuasıdır; her varağında nakşedilmiş âhlardan ibaret… Perşembe yazı günüm;  dergiye yazmam gereken yazıyı kaleme almak için evdeki odamda çalışıyorum. Pîrimiz Ahmet Yesevî’nin Türkçemizi hakîkat dili haline getirmesini, bir bakıma Türkçeyi müslümanlaştırdığını dile getiren bir yazı… İşte o anda geliyor haber: 'Abdullah amca âlem-i cemâle göçtü.' Şaşırıp kalıyorum. Birkaç saniye sonra kendimi toparlayıp 'İnnâ li’llâhi…' diyor, Âyet-i Kerîmeyi okuyor 'rahmet olsun' diyerek rûhu için bir Fatiha okuyorum.  Sonra ev halkına sesleniyorum: Abdullah Kucur amca vefat etmiş… Sesimi duyup yukarıya, çalışma odama geliyorlar; hepsi mahzun, hepsi şaşkın. Birlikte gittiğimiz Yalvaç, Sücüllü geliyor aklımıza… Onun ziyaretleri, sohbetlerimiz.  Derken toparlanıp mesajı gönderen arkadaşımı arıyorum, ne zaman Hak vaki olmuş diye… 'Sabah, işte bir iki saat önce kitabını okurken… Belki, Muharrem ya Hadîkatü’s- Sü’edâ’yı okurken kalbi dayanamamış teslîm-i rûh etmiştir.' diyor. Daha da mahzunlaşıyoruz.

MUHARREM HÜZÜN MEVSİMİ… KERBELA HER YERDE…

Muharrem, hüzün mevsimi... Kerbela her yerde. Hayatımıza bir şekilde o mütevazı ve samimi hâliyle giren, Şemseddîn-i Sivâsî ve Ahmet Âmiş Efendi’nin izinde gönüllere dokunan bir güzel insan 'gel' emrine muhatap olup ağaç ata binip izinden gittikleri sevdiklerinin yanına göçüyor. Sonradan öğreniyorum, sabah namazını edadan sonra ruhen ve mânen arınıyor, kitabını okumaya koyuluyor; işte o anda kalbi sıkışıyor ve 'İnnâli’llâhi ve innâ ileyhi râci’ûn' deyip teslîm-i ruh ediyor. Ölüme bu kadar yakın olmak, bu kadar yakın… Feridu’ddîn-i Attar’ı aktar dükkânından çıkaran hadise geliyor yâdıma. Molla Cami’nin naklettiğine göre hadise aynen şöyle: Gezgin bir derviş, aktar dükkânından içeri girer, Allah rızası için bir sadaka ister. Genç aktar, kasasında para saymakla meşgul; duymaz dervişi… Bir daha ister: 'Evlat, Allah rızası için şu fakir dervişe bir sadaka!' Lakin duymaz o genç aktar. Esasen duyar da duymazdan gelir. Nedir bu dilenci derviş, der içinden. O vakit, ilimden ve irfandan nasibi yoktur. Dolayısıyla Allah rızası ifadesi gönlünde bir yer etmemiştir. Bu sefer derviş, 'evlat' der, 'sen nasıl öleceksin?'

ÖLMEK, İLİM VE İRFANDAN NASİPLENMEYENLER İÇİN SOĞUK BİR KELİMEDİR

Ölmek, ilim ve irfandan nasiplenmeyenler için soğuk bir kelimedir. Daha dünyada yapacak onca iş varken, bu derviş de nereden çıktı da ona nasıl öleceğini soruyor. Bu mümkün mü? Şu küstah derviş de kim? Hiddetle başını kaldırır genç aktar, 'sen nasıl öleceksen, ben de öyle!' der. Derviş, 'sen benim gibi ölebilir misin? Ölüme hazır mısın?' diye mukabele eder. Attar lahavle çeker; 'öleceğiz işte.' der.  'O vakit' der derviş, 'ben şuracıkta ölüyorum. Hadi sen de öl.' Fukara keşkülünü çıkarır dükkânın orta yerine kor, şehadetini getirir, sağ tarafa uzanır ve oracıkta kalır… Bu uzanma, uyku yahut ölüm taklidi değildir. Telaşla gelir dükkânın orta yerine uzanan dervişe bakar Attar, derviş hakikaten ölmüştür.  Oracıkta şaşırıp kalır. Ölüme hazır olmak… 'Bu nasıl oluyor?' diye sorar kendi kendine. Molla Cami diyor ki, işte o soru Attar’ı aktar dükkânından çıkaran sorudur. Hep o sorunun cevabını aradı. Aramak, olmaktı. Olmakla ölmek de kardeş… O sebeptendir ki, olanların ölümü düğün, bayram oluyor. Abdullah amcamız da 'dönüş O’nadır' deyip emaneti teslim ediyor.

Peki, mesele ne? Mesele şu ki, dünya dükkânında emaneti kitap okurken teslim eden dervişi görüp de Attar olmaya niyetli olup olmamak… Rahmet. Her bakımdan rahmet; yağmurun sağanak olduğu bir vuslata tanıklık ettik. Şimdi uzaktan, yakından kalıp gelerek cami avlusunu dolduran ehibbanın imam efendinin 'nasıl bilirdiniz?' sorusuna hep birlikte 'iyi bilirdik' diye şehadet etmeleri ve o sağanağa rağmen mezara kadar gelip son vazifeyi ifa etmesini düşünüyorum da… Evet, avluyu dolduran farklı meşrep ve meslekten gelen o nitelikli cemaati düşünüyorum da gönülleri telif etmenin ne denli önemli olduğunun bir daha ayrımına varıyorum. Âşina olduğum çok farklı pınarlardan su içmiş bu yüce gönüllü topluluk bir maksat için cem olmuşlar ve hep birden 'iyi biliriz' diyorlar. Ne hoş bir tablo! Milletimizin daima ihtiyaç duyduğu bu tablo, vahdeti müdrik, birlik ve beraberlik ruhunu besleyen bilgeler marifetiyle vücut buluyor.  Velhasıl ölüm, olma yolunda seyrana çıkan cân için âyine olup şu hakikati bize yansıtıyor: Dönüşümüz, ancak O’nadır…