HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR 

“İlk orucumu dokuz yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden oldu. Oruç ben yaşta çocukların ifasına (yerine getirmesine) tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya tahammül edebilirsem hacı ninem büyük babamın anası, benden bir mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha makbul olduğunu söylüyordu. 

Ben yirmi kuruşun, bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya kara verdim. Fakat büyük validemle teyzem:

“Zayıftır, dayanamaz” itirazında bulundular. Yalvarıyordum, yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam hacı ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeye muvaffak oldum. Sofradan kalktık ve beni yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu atılıncaya kadar hiçbir şey yememeye Allah’a karşı söz verdim. Ben taahhüdün ifası benimki gibi midesi zayıf, çelimsiz bir çocuk için ne müşkül, ne müthiş olduğunu bilmiyordum.

Bu sevaplı niyetten sonra büyük bir sevinçle döşeğe yattım. Sabah oldu. Büyükler orucun yarısını uykuda tutturmak için hep yatıyorlardı. Ben bermutat (her zaman olduğu gibi) erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim, çıktım. Bahçede gezindim. O şen, şakrak ramazan gecesinin bu sessiz sabahı ne kadar kasvetli, sıkıntılı oluyor. Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğleye doğru sabrım tükendi. Gitgide açlığım tahammül edilemez bir hal aldı. Aç kediler gibi önünde dolaştığım dolaptan ne güzel kokular geliyordu. Her sabah orada karnımı doyururdum. Dolabı açtım kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller, sucuklar, sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kaselerde hoşaflar vardı. Hepsinin kokusu misk gibi burnuma doldu. Baygınlığım arttı. Allah’a verdiğim sözü düşündüm. Nal gibi mecidiyeyi gözlerimin önüne getirdim... Hayır... Hayır, midemin ıstırabı her şeye galip geliyordu. Üç dört köfte ile bir pide parçası aşırarak gidip bahçenin kuytu bir köşesinde yemeye karar verdim. Büyük, pek büyük bir günah işlediğimi biliyordum. Heyecanla elimi sahana uzattım. Arkadan menhus (uğursuz) bir ses çıktı:

“Hu, küçük bey, ne yapıyorsun orada ayol? Bugün sen oruçlu değil misin?”

Döndüm baktım. Ah sesi kısılasıca fellah... Nezahat arkamda, upuzun duruyor. Onunla zıtlaşacak dakika değildi. En tatlı sada-yı istirhamımla (kibar sesimle): 

-Dadıcığım ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme...

-A, olur mu hiç? Günah değil mi?

-Akşam hacı ninemden bir mecidiye alacağım

-Yarısını bana verirsen söylemem.

Mecidiye bütün bütün kaybetmektense yarısını kazanmak her halde karlıydı. Parayı bölüşeceğimi vaat ettim.

O akşam orucum şerefine iftarda Çerkez tavuğu, kaymaklı güllaç vardı. Hacı ninem hususi dolabından bir kutu deva-i misk çıkarmış, bitişik Mustafa Paşa’nın hanımefendi orucumun sevabına iştirak için beni taltifen (ödül olarak) kocaman bir maden tabaklı ince has baklava göndermişti...

İftar zamanı yaklaştı. Sofraya dizildik. Ben hacı ninemin yanında idim. Bu doksanlık kadının gözleri iyi seçmezdi. Bütün şefkatiyle yüzüme baktı:

- Bu oğlanın benzi limon gibi sararmış. Yavrucak hiç de şikâyet etmedi dedi. Gözlerim karşımda ayakta duran Nezahat’a kaydı. O iri dudaklarını yutacak gibi ağzının içine alarak boynunu yana yatırdı. Kahkahalarını birer birer içine sindiriyordu.

Top gürledi. Hacı ninem zemzem fincanını evvela benim dudaklarıma uzattı. Sonra kendi ağzına götürdü.

Üç gün sonra hacı nineme on kuruşa bir oruç daha sattım. Giderek mübarek savmım (orucum) ucuzluyordu. Birincisi gibi, ikincisinin bedelini de Nezahat ile paylaştık. Çünkü artık sahtekarlık sırdaşlığı ikimizi birbirimize bağlamıştı. 

Masumane bu küçük vakanın içinde emniyeti suiistimal ile bir raşi bir de müşteri vardı. Bozuk oruç satmak ne tatlı bir günah işlemekti. Ah bu hayatın ifsadı insanı ne küçük yaşta kavrıyor.

İkdam/1 Haziran 1920

Editör: Elif Şahin