İstanbul tarihçilerinden biri olan Midhat Sertoğlu tarafından kaleme alınmış olan, bu şehrin en eski kuşatılışlardan başlayarak askerî ve siyasî olaylar akışının verildiği, İstanbul`da yaşanmış olan Osmanlı döneminin, adetâ şehrin kendi ağzındanmışçasına özlü kaleme alındığı uzun bir yazıda [İstanbul maddesi, İslâm Ansiklopedisi, cilt V, II, 1950] günlük olaylara inilerek, devletin iyice çığırından çıkmış olan Yeniçeriler yüzünden maruz kaldığı baskılar ayrıntılı olarak göz önüne seriliyor.

İlk toplu Yeniçeri ölümleri Alemdar Mustafa Paşa olayındadır denebilir: Mahmud II, Sekbân-ı Cedî d adlı yeni bir ordu kurar. Kendisinden önce ise Mustafa IV`ü tahta çıkartanlar, bu padişaha, Selim III zamanında kurulan Nizâm-ı Cedî d`i ilga ettirmişlerdi. İkinci Mahmud`un Ü çüncü Selim`in siyasetine dönüşü Yeniçeriler, sadrazam Alemdar Mustafa Paşa`ya diş biliyorlardı, isyâna sevk ediyor. Midhat Sertoğlu: 'Sekbân-ı Cedî d`i kıskanan Yeniçeriler' demektedir.Yeni ordunun askeri, saraydan çıkıp, asî lerin üzerine yürüdü. 'Ü ç-beş bin Yeniçeri öldü.' Fakat Yeniçeriler karşı atılım ile Selimiye kışlasını ve Levend çiftliği kışlasını ele geçiriyorlar. Şiddetli çarpışmalardan sonra. Sonuçta Yeniçeriler yeni ordu olan Sekbanı Cedid`in dağıtılmasını sağlamayı başaramıyorlar. Böylelikle İstanbul`da ancak 1826`da Yeniçeriliğin kanlı bir şekilde tenkili ile sona erecek 'Yeniçeri Anarşisi' dönemi de başlamış oluyor.

Necip Fâzıl`ın 'Yeniçeri', Ziya Nur`un da 'III. Selim Devri' incelemelerinden de anlaşılır, fakat daha ayrıntılı tesbitlerin 'tarih mantığı'na ihtiyaçbulunmaktadır, İstanbul`da ilerilerdeki manevî anarşinin habercisi bir zorbalıklar ve dolandırıcılıklar çağı açılmıştır. Şânizâde Tarihi`ne göre, 1810`daki 'buğday kıtlığı'ndan sonra Yeniçerilerden yirmi beşinci 'orta' ile yetmiş birinci 'orta' mensupları arasında Galata`da kavga çıkıyor.

Midhat Sertoğlu`nun günlere önem vererek, siyasî ile sosyali içiçe veren üslû bundan izleyelim: 'Ocak 1812`de, İzmir`den gelen bir tüccar gemisi İstanbul`a vebâ salgını getirdi. (...) Her gün yüzlerce insan ölmekte idi. Ancak, evlerinden çıkmayıp halka karışmayanlar bu belâya uğramadılar.'

Aşağıdaki tarihî kayıt ilgimi çekti doğrusu: 'Meşhur Ermeni sarraflarından Tıngıroğlu Agop ve Davud-oğlu Anton Ermeniler arasında Katolikliği yayma faâliyetinde bulunduklarından yakalanarak Limni ve Rodos adalarına sürüldüler.'

19. yüzyılın ortalarında Amerikan protestanlık merkezlerinin, Maraş, Harput, Merzifon gibi şehirlerde açtıkları okullarda özellikle Ermeni çocuklarını protestanlaştırma ağırlıklı çalıştıkları belgeleriyle ortaya konulmuştur. Özellikle Dr.Uygur Kocabaşoğlu`nun bu alandaki kitabı önem taşır. Gregoryen anlayışında olan Ermenilere yönelik önce Katolisizm, sonra da protestanizm etkileri ısrarla sağlanmaya çalışılmıştır.Öyle görünüyor ki, Batı, bir doğu halkı olan Ermeniler üzerinde, onları batılılaştırmak için işlemiş durmuştur. Hıristiyanlığın başka bir dinin mensuplarını dönüştürme çalışmaları anlaşılabilir de, bu dinin Batı mezheplerinin, Doğu mezheplerine propaganda yöneltmesi biraz düşündürücüdür. Nitekim, Babıâli bu propagandaya hemen müdahale etmiş, görüldüğü gibi.

1821`de Mora isyânı patlak veriyor. Sertoğlu`nun Şânizâde Tarihi`nden nakillerine göre, Yunanistan`daki bağımsızlık kalkışmasını İstanbul Rum Ortodoks Patriki`nin el altından organize ettiği anlaşılmıştır.

Tarihi bilmiyoruz. Tarihin ana hatlarını bile bilmiyoruz. 1805`ten 2019`a bölüntüsüz bir kronoloji aydına da yöneticiye de lâzım. Korkutucu çağdışı suratları ile  kif olsun Nazif olsun iyi uyarırlar doğrusu 'hiçibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?'

Bugünün Fener`i de ekümenizm, yani dünya çapında sözü geçerlik yetkisi isteyerek, Avrupa ve Amerika`nın desteği ile yeni bir isyânın içindedir, görünen bu.

Yeniçeri ocağının lağvından sonra [1826], bünyede bir boşluk doğduğu bir çok tarihçimizin altını çizdiği bir husus olmuştur. Bir çok tarihçi de resmî söylemden yana bir dil kullanarak, devletin Vakâ-i Hayriye tamlamasını benimsemişlerdir. Entelektüellerimizin de yanyana gelmesi gerekir: Binlerce yeniçerinin şehir içinde kovalamacada bulunup öldürülmesi, İstanbul`da çok kanlı olayların yaşanmasına sebep olmuştur. On üçyıl sonra, 1839`de ilân edilen yeni ilkeler de Tanzimât-ı Hayriye tanımlaması ile devlet tarafından ilân edilecektir.

Geçen hafta Yahya Kemal`de 'hükümet darbesi' ifadesine rastladım. Hem siyasî yazı veya hatıralarında değil de, Edebiyata Dair ünvanlı şiir ve diğer edebiyat bağlamındaki yazılarını taşıyan kitabında:

Geleneksel yapıyı onarma fikri taşımaksızın, bir kurumu bütünüyle kaldırmak onu yok etmektir. Bu ise devrimci davranışın ta kendisidir. Bizde yaşanan bütün devrimlerin eşliğinde dış etkiler bünyeye sızmıştır. Devrimden sonra. O halde bir devrimin öncesinde nereden itibaren hazırlanmaya başlandığı merak edilmeye değer. Devletin yerli değerlere bağlı bir ruhla özden onarım hareketine girişmesi ise yerleşmiş anlamında devrim anlamına gelmez. Ü çüncü Ahmed ile Nevşehirli İbrahim Paşa`nın onarma çalışmaları buna örnek verilebilir. Abdülhamit II.`nin maarif seferberliği de böyledir. Biri işçi ve esnaftan tepki gördü [Patrona Halil olayında, Ayasofya vâizi İspirizâde`nin büyük rolü olmuştur. Bazı tarihçiler bu zatın İran yanlısı olduğu kanaatindedirler.]

Yeniçeri ocağının lağvı, geleneksel yapıdan kurtulmanın bir simgesidir de. Ocağın kaldırılışına giden süreçten haberi olan Avusturya-Macaristan başbakanı Prens Metternich Sultan`a bir mektup yazarak, bu tutum ve eylemin çok vâhim bir hatâ olacağına işaret etmiştir. Osmanlı zaafa uğrarsa gelecekte kendilerinin durumunun da içaçıcı olmayacağı satır aralarına nüfuz etmiştir Metternich`in. Ü çüncü Selim`in vezirinin 'gerekirse Frenk olalım' dediği bilinir.

Elbette Rum, Ermeni, Kavalalı Mehmed Ali Paşa başkaldırılarının doğrudan doğruya Vakâ-i Hayriye ile ilgisi kurulamaz ama hiçilgisiz de denemez. Kesin olan husus ise Fransız Devriminin, Osmanlı`da birikmiş olan yenilik arzularını artık bastırılamaz hale getirdiği. 1839 ise Batı siyasî , iktisadî ve sosyo-kültürel nüfuzunun resmen buyur edilişidir. Zimmî tebaaya verilen yeni hakların onları cüretli kıldığı bir gerçektir.

En işinde gücünde bir tebaa olan Ermeniler, önce kendi içlerinde bölünmüşler gregoryen-katolik anlaşmazlığı, cenazelerin toprağa verilemeyişi noktasına kadar varmış. 'O zamana kadar imparatorluğun sâdık tebeası olan Ermeniler, İngilizler ile yapılan Kıbrıs anlaşması ile vaad olunan şark vilâyetleri islahatı bahanesi ile, İngilizlerin ve sonra Rusların tahriki neticesinde, kargaşalıklar çıkarmaya başlamışlardı.(...) 30 Eylül 1895`te, İstanbul`da silâhlı ve tecavüz hedefini taşıyan bir ayaklanma olunca iş değişti. (...) O gece İstanbul, Galata ve Kadıköy semtlerinin Ermenileri Müslüman halka tecavüzde bulununca, İstanbul`un her tarafında Ermeni ve Müslüman unsuru arasında çatışma ve çarpışmalar başlayarak...'

Bu hadiseyi İstanbul halkı 'Ermeni patırdısı' diye anmıştır. '16 Ağustos 1896`da ise Osmanlı Bankası`nı bastılar.' '21 Temmuz 1905`te de Abdülhamit`e suikast'. Sertoğlu`nun fikri şöyle: '(...) bir ihtilâl çıkarıp, yabancı devletlerin müdahalesini sağlamak gayesi...' Kanallarda hep aynı çekişmeye sıkışanlara duyurulur.