Kültürler, karşı karşıya bulundukları kültürlerden korkarlar. Bu korku, karşı-kültürün çekiciliğini taşıyan rüzgâra karışır.

'Kültürler' sözü ile, bugünkü günde, anlamın kabına sığamamasından ötürü, çağrışımlar harekete gelerek, biz belki doğrudan doğruya 'uygarlık' algılıyoruz.

Balkanlara kök salmış Osmanlı Kültür ve Uygarlığı günümüzde, Hıristiyan kalmış Balkan etniklerinin nefret ve öfkesinden kaynaklanan bir sürekli düşmanlığını çekmeye devam ediyorsa, bu Avrupa için bir talihsizlikten başka nedir ki?

Balkanlardan İstanbul`u görmeye gelen turistler arasında, Topkapı sarayının güzelim çini ve renkli işlemelerini sert bir çubukla çizenlerin varlığını işitiyoruz. Orta ve Batı avrupalılar herhalde böyle davranmayacaktır.

Batı Avrupa`da Osmanlı kompleksi daha uzak çağrışımlarla yaşar. Siyaset adamlarının yürüttüğü bir kampanyanın dolaylılığına tâbidir. - Yoksa kurt ve dessas Avrupa politikacılarının yeteneğini hafife mi aldık!- Öyleyse, Kilise`nin o son derece örgütlü ve yaygın etkilemeler ağını hatırlamakta kusur etmeyelim!..

Türklerin yeteneği, yükseliş devirlerinde kudretleri, kendini tekrar devirlerinde de zaaflarını oluşturmuştur. Selçuklular da Osmanlılar da İslâm imanı ile özlerini berkittikten sonra bir gencin sabah iştahı ile başka halkların hayatını daima ilginçbulmuşlardır. İmanının yükseldiği sorumluluktan gafil olmadığımız sürece, Türkçe, sürekli zenginleşmiştir. Denebilir ki Türkçe`de taassup görülmez. Bu hoşgörülülükte, dönemler olmuş, aşırı gidilmiştir. Türkçenin o biraz da mucizemsi özü, adetâ öksüz kalmıştır. Yabancı kelimelerin istilâsına dönüşen durgunluklar yaşanmıştır. Teknoloji faktörü. III. Selim- II. Mahmud devri ile Tüketim Devri zaafları...

Müslüman Türkler, Batıya doğru ilerleyişte duracakları noktayı bilememişler midir?

Ben kendi payıma Viyana`nın nihai fethinden memnun ve mutlu kalırdım. Kendi toplumum içinde, onların üzüntüsünün vah vahına  kapılmazdım. Ayrıca, coğrafî yayılmanın kendi şart ve kuvvetlerine bağlı bir keyfiyet olduğuna da aklım erdiğinden, kazançlarımıza hayıflanmayı da acıklı bulurum. Kızılelma imgesi, asıl itibarı ile Roma şehrini ifade etmiştir. Otantik öyküsü merak edilirse, İbrahim Müteferrika`nın Risale-i İslâmî ye`sine yönelmek gerekecektir. 

Avrupalıların Türkçe ile bir bilinçaltı ilintisi içinde bulunduğuna ihtimal verebilirim. Çünkü, kavim ve kültürlerin tabiatına aykırı bir şey olur bu kadar istiğna. Almanca`ya, Fransızca`ya, İtalyanca`ya, İngilizce`ye asırlar boyunca sızmış kelimeler az değildir. Balkan etnikleri bu etkileşimin ocağında yaşamışlardı.

Aslan Yürekli Rişar, hükümdar şairlerdendi. Haçlı seferinden döndükten sonra, İngilizce`yi okuduğu gibi yazmaya başlamış. Az daha bir reforma mı kalkışacakmış, kendi şairliğinin dil ilgilerinin bir çeşnisi miydi bilemem. Türkçe`nin okunduğu gibi yazılan bir dil olmasına atıf yaptığı belgelerle korunuyor. Ben bu bilgiyi Ezra Pound`un bir yazısında görmüşümdür. Aslan Yürekli Rişar`ın bu tasavvuru hayata geçiremediği ortadadır. Belki de kendisi bir reaksiyonla karşılaştı.

Avrupalılardaki muhafazakârlık tutuculuk her an deprem homurtusu ile kendini hatırlatan bir korumacılıkla atbaşı gider. Sağlam bir dokudur bu.

Bununla birlikte, bu özellik Avrupa ve Amerika`nın çıkarına mıdır? İçimizdeki doğruyu yanlış usulle arayış şampiyonlarının öfkesini görür gibi oluyorum. Onlar, karşı medeniyete o kadar kapılmışlardır ki, din denilince de Hıristiyanlık gözlerinde durur. Lâikliği nedense bir mızrak gibi uzatarak...

Müslüman Türklerin yabancı dili bir vakıa olarak itiraf ettikleri tarihî ve sosyal bir gerçekliktir. Hayatın, Batıya ait bir biçimini, orijinal kelimesi ile almak... Bu yüzden Kaşgarlı Mahmud belki üzülmektedir. Hıristiyanlarla karşılaşmanın arefesinde toplamıştı Türkçe`yi. Belki de, âlim özelliğiyle, üzülmemektedir.

Avrupa`nın, İslâm`a olan çekinceleri, anlaşılır. Nation`ların birbirine sevgisizliği ise, Hıristiyanlıkta yaşadıkları aradığını bulamama...