Tanpınar Müze Kütüphanesi’nde, huzur içinde, Tanpınar’ın İstanbul’unu yaşıyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi, İstanbul’da İstanbul’u yaşamanın hazzına vardığım, doyumsuz mekânlardandır. Gülhane Parkı girişi önündeki Topkapı Sarayı surlarının önünden Sirkeci istikametine giden  Alay Köşkü Caddesi’nde, tarih, edebiyat, doğayla iç içeyim. Köşk, tanıdık bir perde, sevdiğim bir koltuk, ahşap merdivenlerin gıcırtısı, belli bir zaman ve mekâna geri götüren ayrıntılarla doludur. 

Elimde Huzur romanı, bu ihtişamlı köşkün her bölümünün tadına varıyorum. Bir taraftan sözcüklerin efsununa kapılırken, bir taraftan da her adımda hayallere dalmaktan kendimi alamıyorum. Kâh çocukluğuma dokunuyorum köşk merdivenlerinin tutamaklarında, kâh yetişkin olup hayatımın anlamını arıyorum.

Sessiz bir köşede, pencere kenarında oturduğum koltuktan Gülhane Parkı’nın eşsiz ağaçlarını temaşa ederken, Tanpınar fısıldıyor: ‘’Hülasa, hayat dar, fakat tabiat geniş ve munisti.‘’ 

İç âlemimin lisanı, gönlümdeki hüznü vakum gibi çekenimdir, Ahmet Hamdi Tanpınar. Geçmiş ve bugünden yarına akan iki nokta arasında, zamanın binbir halinin ortasındayım.  İkindi vakti dönüyor, altın sarısından tunca karışan renkleriyle, kristal bir huzmeye bürünen güneş ışıkları vuruyor Huzur romanının sayfalarına: 

‘’Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkânı bir masal gibi anlatıyor. Sanki bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım. Diyordu.  Ve bu nasihati dinleyen hayat, her üzüntünün üstünde cıvıl cıvıl ötüyordu.’’

Ahşap kokusu kitap kokusuna karışırken, hafif bir esintiyle Gülhane Parkı'nın mevsimsel doğasının kokusu şifa gibi geliyor. Zamanın ne içinde ne dışındayım, kapanış vaktinin geldiğinin farkında değilim.  Alabildiğine sakin bir ortamdan adım atar atmaz insanların eve dönüş telaşı içinde buluyorum kendimi. Bir İstanbul klasiği tramvay sesiyle Divanyolu Caddesi boyunca düşünceli ilerliyorum. 

Geçmiş zaman İstanbul’unda insanlar neler yaşadılar? En mutlu günlerinde nasıl eğlendiler? Nasıl giyindiler, nasıl konuştular? Yorgun, görkemli İstanbul kaldırımlarından kimler geldi kimler geçti? Bugün bizler ne noktadayız, nereye doğru gidiyoruz derken, Beyazıt Meydanı’nda buluyorum kendimi. 

Bir gün Ahmet Hamdi Tanpınar ile Süheyl Ünver Beyazıt Meydanı’nda karşılaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın acelesi vardır. Derse koşturmakta ve uzaktan bağırmaktadır:  ‘’Süheyl İstanbul sana emanet.’’ 

  ‘’Hayır, insan sadece ölürken ayrılmıyor arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birden bire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu.'' diyor Tanpınar. 

‘’Biz mi gidiyoruz, onlar mı?’’ Sual buydu…