Kristof Kolomb, Avrupa`dan yola çıkıp sürekli batıya hareket ettiğinde Hindistan`a ve devamında tekrar ilk yola çıktığı noktaya varacağını öngörmüştü. İspanyol Krallığından destek alarak çıktığı okyanus yolculuğunda, 'ayak bastığı kara parçasını Hindistan zannetti, oysa yeni bir kıta keşfetmişti,' diye başlayan hikâyenin oluşturduğu algı sayesinde Batı, yüzyıllar sürecek Dünya hâkimiyetinin temellerini attı. Oysa sonradan Amerika ismi verilen bu kıtada tarih öncesi ve ilk çağlardan itibaren yerleşimin olduğu biliniyor. Bu alanda araştırmalar yapan, alanında uzman tarihçiler tarafından şimdiki Kuzey ve Güney Amerika`ya ilk insanların yerleşmeye başlamasının yaklaşık on beş-on altı bin yıl önceye denk geldiği düşünülüyor. Bu konuda öne sürülen en yaygın teoriye göre bu insanlar son buzul döneminde, deniz seviyesinin alçak olduğu zamanlarda Bering kara köprüsünden geçerek Amerika`ya geldiler. Ayrıca Güney Şili ve Florida`da on dört bin beş yüz yıl önceye ait insan kalıntıları olduğuna dair arkeolojik kanıtlar da mevcuttur. Yani insanlar binlerce yıl önce Amerika`ya göçettiler ve buraya yerleştiler. Ü stelik o dönemlerde Dünya`nın diğer yerleri ile benzer gelişim örüntüleri izlediler. Amerika`da tarımın ortaya çıkışına dair bulgular da, Dünya`da ilk tarım faaliyetlerinin başladığı sekiz-dokuz bin yıl öncelerine işaret etmektedir.

Bu kıta ile ilgili en büyük yanılgılardan biri, Kristof Kolomb Amerika`yı keşfettiği zamanlarda bu kıtanın çok seyrek bir nüfusa sahip olduğuna dair oluşturulan algıdır. Ve bu nüfusun ağırlıklı olarak avcı toplayıcı, göçebe topluluklardan oluştuğu bilgisidir. Oysa günümüz tarih bilgisi ve yapılan çıkarımlarla Avrupa sömürgeciliği zamanında yani 1500`lü yıllarda Amerika`nın nüfusu tahmini elli ila yüz milyon arasındaydı. Bu o zamanki Dünya nüfusunun yüzde onu ile yirmisi arasında bir yere tekabül ediyordu. O zamanlar Dünya nüfusu yaklaşık beş yüz milyon civarındaydı. Antartika`yı göz ardı ederek ve Amerika Kıtası topraklarının Dünya`nın yaklaşık üçte birini oluşturduğunu düşünürsek diğer kıtalardan çok da farklı bir nüfus yoğunluğuna sahip olmadığını görebiliriz. Kolomb öncesinde herkesin bildiği önemli şehir ve uygarlıkların varlığı Avrupa`nın tezlerini çürütmektedir. Meksika`nın temelini oluşturan ve tarihte en uzun süre yaşayan uygarlıklardan biri olan Aztekler, hiyoroglifler ve yazıya sahip olan ilk kültürlerden biri olan Mayalar ve o zamanın en büyük imparatorluklarından birini kuran İnkalar bu kıtada yaşamışlardı. Bu uygarlıklar yıkıldıktan sonra milyonlarca insan bir anda buharlaşmadığına ve insanlık tarihinde çok keskin geçişlere şahit olmadığımıza göre bu insanların torunlarının da avcı toplayıcılardan ibaret olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çok gelişmiş uygarlıklar kuran kıtanın yerlilerinin, ürettiği değerler ve zenginlikleri gemilerle Avrupa`ya taşındı. Güçsüz ve şiddetten uzak yaşayan yerli halk köleleştirildi. Oluşturulan algı ise vahşi, insan yiyen yerliler oldukları yönündeydi. Kıtaya hızla İspanyol kolonileri kuruldu. Köleleştirilen yerliler geliştirilen yeni ticari faaliyetlerin ihtiyaçlarını karışılamaya dönük köle ticaretinin bir parçasına dönüştürüldüler. Büyük çoğunluğu da köle olarak Avrupa`ya satıldılar. Kristof Kolomb ise kurulan şirketlerle yaptığı ticari anlaşmalar ve her faaliyetten aldığı yüksek paylarla zenginliğine zenginlik kattı.

Kristof Kolomb`un Amerika Kıtasına ayak bastığı her 12 Ekim günü Amerika`da 'Happy Colombus Day' yani 'Kolomb Günü' olarak kutlanmaya devam ederken bir Amerikan yerlisi için Kolomb`un ne ifade ettiğini merak eden birileri Amerika`nın günümüz yerlilerine mikrofon uzatırlar. Sonuçoldukça çarpıcıdır. Büyük çoğunluk, 'şeytan' derken, bir kısmı, 'sahtekâr' ciddiye alınacak sayıda bir grup ise soruyu doğrudan argo kelimelerle yanıtlar.

Dökülen kan, barut kokusu, patlayan silahlar ve bunlara eşlik eden korku şeklinde dışa vuran yerleşmiş savaş algısı, bilinçaltımıza bu kavramlarla kodlanmış ve nesilden nesile aktarılmıştır. Yani silah sesleri duyulmuyor ve havada barut kokusu yoksa savaş da yoktur. Kan da dökülmüyorsa, huzur hâkim demektir.

Kristof Kolomb`un Amerika Kıtası`nı bulması sonucunda Avrupalılar uzak yolların daha kolay aşılabileceğini fark ettiler. Bu uzun yolculuk ve Amerika Kıtasındaki zenginliklerin Avrupa`ya aktarılması sömürgecilik fikrinin doğmasına yol açtı. Bu süreçten sonra ulaşım araçlarının gelişimi insanları bir yerden bir yere ulaştırmakla sınırlı olmadı. Ü retilen ve yıllar içinde yeni özellikler eklenerek geliştirilen araçlar güç, hız, hacim gibi alanlarda meydana getirilen hızlı gelişimleriyle uzakları yakınlaştırdı. Ü lkeler arası gelişen ticaret de mal değişimi ile sınırlı kalmadı. Değişen mallarla birlikte ticaret yolları üzerinde daha fazla insan temasının kaçınılmazlığı, kültür aktarımını da beraberinde getirdi. Bu dönemi çok daha önce başlatan ve hızla değişip, dönüşen Batı Medeniyeti kendisi ile birlikte dünyayı da küresel bir köy olarak algılamaya başladı. Kendi kültür ve medeniyet değerlerini aktarmanın illaki bir yerin işgalini gerektirmediğini anladılar.

Okyanusları kat eden devasa gemiler, karayollarına göre daha fazla malı daha kısa sürede bir yerden bir yere aktarmanın yollarını ardına kadar açtılar. Ticari olarak güçlü olan ve ulaşım yollarının güvenliğini sağlayarak çıkarlarına uygun anlaşmalarla zenginleşmenin yollarını bulan Batı için bu yeni yaklaşım, savaşta ganimet elde etmekten çok daha kolay, acısız, masrafsız ve kârlıydı.

Devamı sonraki yazımızda;