Bir ulusun dehası diye, bir ulusu başka bir ulustan ayıran karaktere, âdet ve ahlâka, bellibaşlı hasletlere ve hatta kusurlara, denir. Onsekizinci yüzyılın büyük Fransız edibi Voltaire (Volter)`in deha olgusunu kavrayışı, böyle. Onun ünlü Felsefe Sözlüğü, bağımsız düşünüşün cesur örnekleri ile doludur.

Nasıl da taptaze kalan bir şey söylemiş!.. Bir ulusu başka bir ulustan ayıran karakter, âdet, ahlâk vb. üzerinde durulmalı, onların çağrışımlarla bizi sevkedeceği, bekleyen duygulara, ... duyguların işaret edeceği düşünce alanlarına cesaret edebilmeliyiz.

İnsan beyninin de alıp çiğneyeceği lokmalar olmalı. Yoksa düşünmek kendiliğinden olabilecek bir işlem değildir. Olaylar üzerinde durmak insan yaratıldığımızın gereği. Yoksa eksik kalırız. Nitekim öyle olmuyor mu? Biz millet olarak kendi meselelerimiz, hayat mematımıza özenmedik, kaygılanmadıkça, ortalığı yanlışlıkların, art niyetlerin ecnebî cesaretleri kaplamaya devam etmiyor mu?

Türkiye`nin orijinalitesine tarih boyunca keskin bir kıskançlık ile bakmış olan bir Avrupa. Türkiye bunun farkında mı? Belli değil. Dehasıyla bunu sezse de içinde bulunduğu 'geri kalmış olma' tedirginliği buna engel. Bu, çağın gerisinde kalma gözlemi, atılım yaparak onu giderme iradesine fırsat vermeyen bir zaaf ile birlikte.

Deha sahibi bir ulusun zaafa düşmesi, galiba onu bir yanlışlıklar anaforunun hunisine mahkû m edecektir. Nitekim etti bizi. Belki de gelecek çağlarda bizi belli bir düşüş ve çöküş sürecinin talihsiz örnekleri arasında gösterecekler, tarih boyunca.

Kıskançlık olduğu yerde durmaz bir eylemi olacaktır. Bunun adına da bilindiği gibi 'haset' denmiştir. Kimine göre haset, 'başkalarının sahip oldukları avantajları görmenin-hattâ bunlar, üzerinde herhangi bir ididamız bulunmayan şeyler bile olsa-bize verdiği acıdır.

Bir batılı yazarın bu çerçeveleyişini, Avrupa`nın asıl psikolojinin köklerine bir işaret, bir gönderme olarak değerlendirebiliriz. Avrupa, Amerika hattâ Uzakdoğu tradisyonları, biriler batıdan, öbürler doğudan işte bu psikolojinin sınırları içindedir. Büyük denemecilerden Alain [Prof. Mehmet Kaplan, K. Domaniçtakma adı ile Alain`den seçerek tercümeler yapmıştı] demiştir ki: Hasetçinin kendi nefsini sevdiği söylenemez tam tersine, o, kendinden üzüntü duyar başka bir kimse olmak ister.

Ben burada Hıristiyanlık psikolojisinin, Tanrı iradesine aykırılıktan beslenen dogmalarla Avrupa`yı (Amerika`yı da içermiş bir olgudur Avrupa), Avrupa`nın üstünde demir bir levha örneği durduğunu söyleyeceğim. Bu basınçaltında öncü davranış sahipleri, İslâm kültür ve medeniyetinde gözledikleri hasletleri tesbit ve itiraf ederler. Seyahatnâmeler dikkat çekmelidir. Büyük şairler dolaylı bir dille büyük soyut dönemeçlerde o basınçtan kurtulup adeta 'evet, rabbimizsin' demenin ruhsal ânını yaşamış olurlar. Okurlarına yaşatırlar Batı medeniyetinde. Medeniyet tarihçileri-Türkiye`de siyasal ve hukuklarda onlar okutuluyor mu?-büyük süreçleri soğukkanlılıkla karşılaştırmışlardır.

20. yüzyılda Amerikan düşüncesinde Brooke Adams, Ezra Pound uygarlığın çöküşünü ilân ettiler. T. S. Eliot da Çorak Ü lke istiaresiyle gelecekteki bir çöküşü haber vermekten çok, içinde bulundukları, değerlerce kurumayı işaret etmişti.

Güncel: Batının bizim medeniyetimizde hayret ettiği, sonuçta, özden aynı kaynağa yönelemediği için, haset etmek noktasında kısır döngüde kaldığı nice özelliğimiz vardır. Biri de İslâm medeniyetinde kadının mümtaz mevkiidir ailede. Peygamber Efendimiz ile başlayan büyük reformun bir boyutu da budur. Bu yenilik Avrupa`ya kabul edilemez gelmiştir. Yirminci yüzyıla doğru ise kadın-erkek eşitliği cereyanı başlamıştır. Acaba Osmanlı toplumunda kadının onurlu yerine bir özenmeden kaynaklanmamış mıdır? Avrupa, karşıda bulduğu özü, kendinde çarşılaştırmamış` mıdır? Sonra Türkiye`ye bir orijinalite görünümüyle oradan parlıyor.