Çocuk zaman ve mekânın kozmik gözlemcisi, hafızasıdır. Mehmet  Akif Ersoy, Sultan Aziz tahttan indirildiğinde 4 yaşındadır. Henüz çocuk yaşlarında iken “Padişah tahttan indirildi” cümlesi kulaklarında çınlamıştır. Yaşadığı dönemde erken yaşlarda okula gidilir. Akif  sırtında Mushaf mektep yolunu tutarken, çevredeki fısıltılar, heyecanlı konuşmalar, korkulu, ağlamaklı yüzler hafızasına kaydedilmiştir. Derken yeni padişah tahta çıkar yüzlerdeki keder neşeye döner. Bunlar Mehmet Akif’in bilinçdışına işlenen çocukluk yaşantılarıdır.

Sonra 93 Harbi başlar. Osmanlı için yenilgi, acı, göç, kayıp, yaralı askerler, sönen ocaklar, vahşetin tartışılmaz ve ölçülemez boyutlara ulaştığı bir dönemdir.  Sezai Karakoç,  “ Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih Camii, İslam-Osmanlı kültürünün bu ölmez âbidesinin çevresinde halka halka Fatih medreseleri  ve semti, en saf müslüman heyecanının ördüğü bir toplumdur.”  der.  Mehmet Akif Osmanlı’nın kalbi Fatih’te  tarihin kucağında büyümektedir. Çevresinde, batmakta olan istikbale karşı, vatan sorumluluğunu yüreğinde taşıyan semt halkı, manevi duyarlılığı üst seviyede olan derin, mümine bir anne, bilge, yürekli bir baba, ülkeyi toparlamaya çalışan yeni bir hükümdar vardır.  Savaş ortamında , mekân olarak bakınca, Fatih Camii, ulu çınarlar, medrese, sokak, mevlüt, kandil geceleri, ramazan, şiir, mahya  gördükleri gönlüne bir nakış gibi işlenmektedir. 
I M G 1282

Akif  Baytar Mektebi’nden mezun olur. Çocukluktan itibaren özünü yoğuran aldığı eğitimi, kariyerinde uygulamaya geçecek, kendisine entelektüel bir kültür ağı örecek, sağlam özü sağlam şahsiyetinin temeli olacaktır. Devrin dergilerinde şiirleri yayınlamaya başlar. Mesleği gereği Anadolu’yu dolaşır. Yurdun dört bir tarafında doğan güneş, dağların tepesinde parlayan kristal kar huzmeleri adım adım bir şair, dava adamının doğuşuna ilham olur. 
Bu tekamül sürecinde edebiyat onda gelenek halini alır, mesleğini aşar ve okullarda edebiyat öğretmenliği yapmaya başlar. 

1908’de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Müderrisliğine geçiş yapar. Ferid Vecdi, Muhammed Abduh, Cemalettin Efgâni’nin görüşlerini inceler, İslam dünyasının seslerini kendi dünyasında derler.  1908 yılının bir sabahı Meşrutiyet ilan edilir. Akif 35 yaşlarındadır. Meşrutiyet tartışmaları, kimileri için heyecan ve coşku iken  ferasetli Akif  tereddütlerdedir, sorgulama kabiliyeti olan bir zekâya sahiptir. Eşref Edip ile Sırat-ı Müstakim’i kurarlar. Sait Halim Paşa’da aralarındadır. Akif, şiirleri, makaleleri , verdiği dersler ile aydınlara hakikatları anlatma çabasında olmuştur. Balkan Savaşı, Cihan Harbi gibi üstüste gelen felâketlere şahitlik eden Mehmet Akif, “Safahat” eseri ile  Türk tarihinin en hazin, en dramatik yaşanmışlıklarının günlüklerini tutan bir destan bırakmıştır. 

Arapça kökenli “şehâdet” şehit olmak, şahitlik yapmaktan gelen şehid- şehit, bir olaya şahit olan, tanıklık eden, bir yerde hazır bulunan, bilgisinden hiçbir şey kaçmayan  gibi anlamları karşılamaktadır. Kuran-ı Kerim’de birçok ayette önemine vurgu yapılan şehitlik kavramı İslamiyet açısından en yüksek makamlardan biridir. 

Mehmet Âkif Ersoy, 1873-1936 yılları arasında yaşamıştır.  Osmanlı Devleti’nin çöküş ve dağılış; Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşunu ihtiva eden, savaşların,Milli Mücadele'nin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bir döneme şahitlik etmiştir. Bu karanlık dönemde, toplumu aydınlatmayı ve uyarmayı meslek edinen Akif,  “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” veciz ifadesinden hareketle  yaşadığı dönemin resmini  gözler önüne sermiştir.  Döneminin şairlerinden, aydınlarından farklı onu özgün kılan yönü, toplumsal koşullar  karşısında takındığı tavırdır. 

Mehmet Akif’in söz varlığında şehâdet  önemli bir yere sahiptir. Tarih boyunca Türk milleti dinini, bayrağını, vatanını, milletini korumak için canını feda etmekten çekinmemiştir. Asırlarca İslam’ın sancaktarlığını yapan Türkler, bu topraklarda ezan sesi susmasın, bayrağımız inmesin diye peygamber ocağı olarak bellediği askerlik vazifesini yerine getirmekten imtina etmemiş, yeri geldiğinde bu uğurda kanını dökmüştür. 
Mehmet Akif, şiirlerinde bir taraftan insanları vatan savunması için davet ederken diğer taraftan bu vatan için canını feda eden şehitleri de sık sık anmıştır. Canlarını feda eden şehitlerimizin vatan ve millet sevgisinden güç aldığını bu uğurda son nefesini verenlerin heder değil, vatan fedaisi olduğunu ifade eder: 

“Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini? 
 Evet, yaşatmak için ümmehâtın akdesini, 
Fedâ-yı cân edeceksin ! demiş “vatan” hissi…
Demek : Heder değil oğlun, vatan fedâisi.”

 Özellikle “Çanakkale Şehitlerine” Akif’in  şehitlere karşı gönül borcunu ödeme çabası, âdeta hissiyatının son noktasına ulaştığı yegâne şiirdir. Türk edebiyatında şehitleri muhatap alan bu kadar coşkulu ve destansı, her şehidin ardından bu kadar paylaşılan bir şiir yoktur.

“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
  Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.”