Sinema, herkesin olmasa da görsel sanatları ve popüler kültürü takip edenler için hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Hem bir sanat, hem de bir iletişim aracı. İlk yıllarından bugüne, geliştirilen birçok tekniğin ve teknolojinin sonucu olarak ilgimizi çekmeye devam ediyor. Film yapımcıları, yüksek gişe rakamlarıyla daha çok para kazanmaya çabalıyorlar. Seyirciyi salonlara çekmek, ya da filmlerini ücretli dijital platformlarla seyirciye ulaştırmak derdindeler. İşin ekonomik boyutuna dair pek çok şey söylemek mümkün. Sinema yapanların yeni filmler üretebilmesi için elbette para kazanmaları gerekiyor.

Bir iletişimci olarak, sinemanın kitle iletişimi yönüyle daha çok ilgiliyim. Bir yönetmen olarak ise çekim teknikleri, reji, kurgu, teknoloji, ışık, oyunculuk ve müzik boyutuna da elbette ilgisiz kalmam düşünülemez. Ama günümüzde sinema, meraklılarına hitabeden bir görsel sanat olmayı aşarak küresel bir iletişim aparatına dönüştü. Yüksek gişe amaçlayan filmler sadece para kazanılmasını sağlamıyor, toplumlar yönlendiriliyor, gençler etkileniyor, algıların değişmesine veya yeni algıların oluşmasına yol açılıyor. 

Eskiden yönetmen sineması kavramını öne alarak film izlerdim. Yönetmenler hangi filmleri çekmişler, neler anlatmışlar dikkat ederdim. Kimisi kamera hareketleri, kimisi kurgu teknikleriyle, bazısı da anlatımda kullandıkları usul ve yöntemlerle hayranlığımı kazanmıştı. Zamanla yönetmenlerin ön plana çıkan bu niteliklerinin yanı sıra, mensubiyet ve aidiyetlerinin yaptıkları sinema üzerinde etkilerini fark etmeye başladım. Hem bu pahalı sanatı gerçekleştirmek için gereken güç ve para, hem de düşünsel anlamda, hatta ideolojik ve teolojik olarak dayandıkları yerlerin olduğunu fark ettim. Aksi düşünülemezdi aslında, ama görselliğe, rejiye, kurguya ve anlatıma dikkat ederek geçen yılların verdiği alışkanlıkla geç bir fark ediş oldu bu. Roman Polanski’nin Tess’ini ileri geri sararken tesadüfen durdurup kartpostal güzelliğindeki resimlerini inceleyerek, Milos Forman’ın Amadeus’unda kesme yerlerini kare kare gözlemleyerek, Alain Resnais’in Geçen yıl Marienbad’da filmindeki kurgusal anlatımın tadına vararak, Francis Ford Coppola’nın Siyam Balığı’nda dünyaya akvaryumun arkasından bakarak geçen yıllardan bahsediyorum.

Şimdi sinemalar hınca hınç doluymuş ve yetmez olmuşlar gibi, filmler dijital platformlarda gösterime giriyorlar. Karanlık salona kadar gitmeye gerek yok diyen, evdeki televizyonun ekranında izlenmeyi isteyen filmler dönemine kadar geldik. Neden böyle oldu? Çünkü sinemaya gitmek bir dizi eylem gerektiriyor. Önce filmi izlemeye karar vereceksiniz. Birlikte izleyeceğiniz kişilerle konuşacaksınız veya tek başınıza gitmeye niyetleneceksiniz. Ardından saati yaklaştığında ya arabanıza bineceksiniz ya da şehir içi toplu taşıma araçlarıyla sinema salonuna ulaşacaksınız. Arabanızla giderseniz otopark ücreti ödemeniz gerekecek, kapıda para verip bilet ücretini ödeyeceksiniz. İçeriye girdikten sonra da bir meşrubat veya çerez alacaksınız, yer göstericiye bahşiş verip yerinizi bulacaksınız ve filmin başlamasını bekleyeceksiniz. Oturup beklerken de hala gelmekte olan diğer izleyicilere dizlerinizi geri çekerek yol vereceksiniz, film başlamadan önce birçok reklam izleyeceksiniz, film başladığında geç kalmış bir kaç izleyicinin yer bulmasını sağlayan el fenerinin ışığıyla dikkatiniz dağılacak ve filmin belki de en önemli sahnesini kaçıracaksınız.

Onun yerine evinizdeki kumandanın tuşlarına üç kez basarak büyük ekranınızda hoş geldin sinema keyfi diyebiliyorsunuz. Evinizde istediğiniz sahneyi geri alarak defalarca izleyebiliyorsunuz. Ara verip yemek yedikten sonra devam edebilir, durdurup buzdolabından içecek bir şey alabileceksiniz. Çok fark var. Şehir hayatında, külfet teşkil eden bir dizi eyleme katlanmaktansa, evde izlemek daha kolay geliyor insanlara. Gerçi sinemalarda gösterimde olan filmler aynı anda dijital platformlara pek sık düşmüyor, ama sırf dijital platformlar için yapılmış filmler bile artık sinemadakileri aratmıyorlar. Prodüksiyon maliyetleri düşük tutulsa da, iyi bir senaryo ve oyuncu kadrosundaki bir iki ünlü isimle bu açığı hissettirmiyorlar. Amacım dijital platformlara değinmek değil. Çok başka sorunları ihtiva eden derin bir konu.

Son günlerde hem dijital platformlarda, hem de internetin farklı mecralarında rastladığım bir kaç filmin ışığında bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü sinema, yönetmen sinemasını ve işin sanat boyutunun ön plana çıktığı süreci aştı. Teknoloji kullanılarak, görkemli efektler ve tekniklerle oluşturulan bambaşka bir illüzyona dönüştü. Geçmişi ele alırken bile geleceğe dönük algıların ve mesajların aracı haline geldi. İyiler ve kötüler arasındaki çatışma, sinemanın kaçınılmaz temalarından birisi olmuştu, bilirsiniz. Haberlerde yanan ormanlarımızı üzüntüyle izlerken aklıma geliveren, Yüzüklerin Efendisi’ndeki bir sahnede “Orman buraya kadar gelmiş, ateşe verin” diyen kötüleri hatırlıyorum. Şimdi o kötüler, insanoğlu için daha farklı, daha güncel kötülükler peşindeler. Sinema, şimdilerde bir dönüşüm sürecinden bahsedip duruyor. Reklamı olmasın diye film ismi vermek istemiyorum. Şekil değiştiren varlıkların dünyaya saldıran kötüleri engellemesi, insanı klonlayıp robotlara dönüştüren bir şebekeyle halkın toplanarak mücadele etmesi, yine şekil değiştirebilen uzaylı bir ırkın dünyayı ele geçirmek isterken içlerinden insanlarla yakın ilişkiler kurmak isteyen bazıları sayesinde dünyanın kurtulması ve uzaylı ile evlenen insanlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine derlerdi eskiler. Belli ki hayal gücünün sınırlarına hitap ediyorlar.

Yeni yüzyılın ilk çeyreğinde, tıpkı geçmişteki yüzyılların ilk çeyreği gibi dünyaya bir şekil verme, yeni bir düzen oluşturma çabalarının olduğunu pandemi ile birlikte fark etmiştik. İnsan hücresine ulaşan, genlerle iletişime geçen aşılar hayatımıza girdi. Sinema geleceği anlatırken yakın veya uzak olduğundan pek bahsetmiyor. Biz ise geleceğin hayatımıza giriveren yönlerini hiç yadırgamadan kabulleniyoruz. Cebimizde taşıdığımız telefonların Uzay Yolu dizisindeki iletişim aracının daha gelişmiş hali olduğunu hangimiz düşündük? Aldık, cebimize koyduk, kullanmaya başladık. İşin enteresan olan tarafı, bunları olacak, olabilir diye yazdığımız zaman yadırganması, hadi canım olur mu öyle şey denilerek ötelenmesi, ama gerçekleşip hayatımıza girince hiç tartışmasız hemen içselleştirilmesi. Kabullenişin gerçeklik algısı incelemeye değer. Psikolojinin konusu gerçi, ama eminim ki, sinema bu kabullere önce zihnimizde yer ayırmamızı sağlıyor. Sonrası malum, karşımıza somut olarak çıktığındaki benimseyişimiz çok hızlı.

Son günlerdeki filmlerde vurgulanan dönüşüm ise üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Boşuma zihnimize iletilmek üzere hazırlanmadılar. İnsan olarak kalmamızı istemeyenler var uyarısı yanıp sönüyor. Biz tercihimizi her zaman insan kalmaktan yana kullanacağız. Çünkü yaradılışımıza sadık kalacağız. Söz vermiştik.