İstanbul Fatih`te dört kardeş siyanürle öldü. Antalya`da 4 kişilik bir aile de benzer akıbete uğradı.

Farkındaysanız iki olayı da doğal bir ölüm ve herhangi bir müdahalenin söz konusu olmadığı bir son olarak anlattım. Rahatsızlık kaynağı olan doğru tanıma yer vermeden her iki elim hadiseyi okurla paylaşmayı başardım.

Medyadan beklenen rolü eksiksiz yerine getirmenin içhuzuruyla yazıya devam edebilirim. 'Elim hadise'deki kendiliğinden gelişen anlamı da başarı haneme kaydedebilirim. Kimse üzülmesin, halkımız farkına varmasın, tozpembe hayatımıza çamur sıçramasın.

Son yıllarda medyanın rolüne dair çok sakat bir bakış açısı ve sağlıksız bir sorgulama ile karşılaşıyoruz. İktidar kavgasının bir parçası olarak her toplumsal hadisede ihale medyanın üzerine kalıyor. İktidar çevreleri, kendilerine yönelen eleştirileri medyaya yönlendirerek sorumluluktan kaçıyor. Herhangi riski bulunmayan bu strateji ile toplumsal kesimler ve medya karşı karşıya geliyor.

Toplumda yükselen her tepki dalgası 'medya tartışmasına' dönüşürken, bir süre sonra yeniden tartışmaya dahil olan iktidar ise şaşırtıcı olmayan çözümünü öneriyor. Yeni bir yasaklama, TV ve gazetelere çekidüzen, RTÜ K`ten yeni ceza önerileri; Sonunda tartışmanın neden başladığı, toplumsal tepkinin nasıl oluştuğu unutuluyor gidiyor.

İktidarın öğrenilmiş taktiğine muhalefetin gönüllükle katkı sağladığını da unutmayalım. Muhalefet, çok uzun zamandır iktidar ile medyayı aynileştirdiği ve eleştirilerini iktidardan daha çok medyaya yönelttiği için hem inandırıcılığını hem de etkisini yitiriyor. Sonunda eleştirilen ve tepki gösterilen toplumsal olayın kendisi değil medyadaki yayınlar oluyor.

Medyanın başat aktör olmaktan çok uzak olduğu günümüzde, siyasal çatışmaların ve toplumsal olayların nedenlerini ve sonuçlarını başka yerde aramak gerekiyor. İnsan kaynağı, etkisi, ekonomik gücü ve entellektüel sermayesiyle tarihin en zayıf dönemini yaşayan medyanın sorumluluğunun da en alt düzeyde olması doğal bir durumdur. Ü lkede gücü kim kontrol ediyorsa, sorumluluğu da ona yüklemek hakkaniyetli bir tutumdur.

Dışarıdan müdahaleyle doğal çizgisinden uçaklaştırılan medyanın kendi içdenetimini sağlama imkanı da elinden alındı. Ne yayın yönetmenleri ne editörler ne muhabirler ne de okurlar medya araçları üzerinde söz sahibi olabiliyorlar. Hatta patronların dahi kontrol edemediği medya düzeninin günün sonunda suçlanmasına isyan etmek gerekiyor.

Terörle mücadelede sıkıntılar yaşanır gözler medyaya çevrilir, ekonomi krize girer yasal düzenleme ile eleştiri yasaklanır, darbe olur KHK ile medya organları kapatılır, büyük depremin işaretleri gelmeye başlar medyaya halkı paniğe sevk etmeyin uyarısı yapılır, en sonunda 'ölümüne kendisi karar verenler' için dahi karartma uygulanması talep edilir. Çünkü ölüm de bulaşıcıdır ve devleti yönetenler için herkes yaşamak zorundadır.

Bu toprakların her sorunda gündeme gelen çözümünün medya için de önerilmediğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Her defasında ısrarla, altı çizilerek bu alternatif seslendiriliyor. 'Kapatalım gitsin, yasaklayalım bitsin' anlayışının yüksek sesle ifade edilmesinin tek nedeni son yıllarda değişen mülkiyet yapısıdır. Oysa ki, ülkemizde iktidarı elinde bulunduran her odağın ilk öğrendiği, 'Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim' diye tanımlanan yönetim modelidir. Karar vericilerin medyaya bakışının farklı olduğunu savunmak mümkün görünmüyor.

Bir gün bu tartışmalar biter, yeni bir dünya kurulur ve hepimiz gerçeğin çok daha farklı olduğunu öğreniriz. Medyanın rolünü abartarak sadece hakikatı gölgelemeyi başarabilirsiniz. İyisi mi, medyaya değil sorunun kendisine odaklanmayı tercih ediniz;