`height=

2003 yapımı filmde zihnin derinliklerine iniyoruz. Filmin başında da sonunda karşısına çıkan kelime 'yaratı'. Bu filme izleyenleri sarsmayı başarmış bir yönetmen var karşımızda Chiristoffer Boe. Senaryoda da emeği olan sanatçı yaratıyı anlatmaya çalışıyor. Yani bir eserin içdinamiklerini. Deneysel bir film olduğunu ilk dakikalarda anlayabilirsiniz. Sevmediğim tek şey filmin birçok sahnesinde Mozart/Requiem`in kullanılmasıydı. Bu tarz filmlerde müzik benim için de olmazsa olmazdır fakat Requiem bence çok fazla gelmiş derler ya '10 gömlek fazla' aynen öyle. 

Grinko ayarında minimal müziklerle geçiştirilebilecek sahnelerdi oysaki. Müzik bir çeşit bastondur. Sahneyi ayakta tutabilmek için bir baston. Buna benzer bir şeyi ya Nuri Bilge ya da Tarkovski`den duymuştum. Nuri de klasik müzik kullanır mesela ve yerinde kullanır, beğenirim. Fakat bir süre sonra müzik filmin / sahnenin önüne geçmeye başlıyorsa iş değişir. O zaman hep beraber müziğe tutunduğumuzu hissederiz ki bu hem film hem de yönetmen için ölüm gibi bir şeydir. 

Müzik seçimi bu yüzden çok önemlidir ve o kadar hassasiyetle seçilmelidir ki sahne ve müzik bütünleşip tüm algılarımıza yayılmalıdır. İşte o zaman 'yaratı' denen olguyu anlama kabiliyetimiz devreye girer ve doğru çıkarımlarda bulunabiliriz. Kaldı ki Requiem Mozart`ın son ve bitiremediği eseriydi, ölümle özdeşleşmiş bir eser. Yalpalayan sahneler için tamamlayıcı bir eser değildi. Düşünün Mozart mı yoksa sahne mi sizi o an cezbeden tabi ki Mozart!

Sevgili Mozart`a selam olsun bu vesileyle.

Deneysel filmleri kitap okur gibi izlemek gerekiyor. Kapalı anlatım kitapları (şiir/roman) da benzer yöntemlerle okuruz. Wirginia Wolf da 'bilinçakış tekniği' ile yazar ve bu şekilde bir bakış açısıyla okursak elde avuçta bir şeyler kalır. Keza Tarkovski filmleri de öyle. Mesela çok sevdiğim şairimiz Edip Cansever de; Bu sanatçılardan giriş gelişme sonuçbeklenmez. Bu yüzden 'zor' denir. Ve insanlar çoğunlukla tercih etmezler, beyinlerini yormak istemezler bu tarz eserlerle.

Filmde bol ışıklı geçişler var. Şehrin ışıkları, trafik akış ışıkları, vitrin ışıkları, sokak lambaları, metrolar ki nedense ben metro sahnelerini çok seviyorum. Kısa film senaryolarımdan birinde metro sahnesi var ve umarım bir gün benim de metrolu bir filmim olacak. Ve yollar; Kırmızı görünen yollar, gecenin karanlığı. Tam bir zihin oyunu; İnsan zihninin devingen yanlarını ve kabiliyetini ortaya çıkaracak birçok unsuru önünüze seriyor yönetmen. 

Tüm bu kaosun içinde ilerleyen iki ruh ve beden. Hedefleri ne? Ulaşma arzusunda oldukları olası son ne? Filmde dört ana karakter var. 

Vereceğim en ufak bir detay filmi izlememenize sebep olacağı için vermiyorum ki tüm film yorumlarımda yaptığım şeydir fakat burada gerçekten verecek somut bir detay yok. Oldukça soyut ve okunası bir film. Avrupa sineması benim için ilk sıradadır ve bu tip filmler favorimdir. Ben beğendim mi evet, bir kez daha izler miyim olabilir. Yönetmenin ne anlatmak istediğini sorgulamaktan ziyade sahnelere ve insanların tepkilerine odaklanmanız gerek. Kimine göre bu film tam bir aşk filmi, kimine göre sevgilisini aldatan lanet herifin hayatından kısa bir kesit... 

Sonuç: Yaşasın Avrupa sineması