Osmanlılar 'devlet-i ebed müddet' psikolojisini yönetimde bir (motivasyon) olarak yaşarlardı. Bu sözün bir iddia olmak ihtimali galip bir ihtimal olarak görülemez. Devlet bilincine yeterince sahiptirler. Bu bilincin oynaklaştığı her defasında siyasî krizler patlak vermekte gecikmemiştir. Bu sözü söylerken, bir örnek vermek yerine Osmanlı Tarihinin aynı bilincin günümüz Türkiyesindeki bir izdüşümü, bir karşılığı halinde insanımızda gereken yeri tutmasını tercih ederiz. Bir insanın kendi toplumunun, ulusunun, milletinin tarihine soğukkanlı bir yaklaşımla, buna karşılık sempati ile yaklaşması elbette arzu edilir bir durumdur. Sosyalist Enternasyonele bağlılık sözü vermiş olan partilerde dahi '1000 yıllık geçmişimiz' ifadesiyle karşılaşır olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Diyeceksiniz ki lâfta kalıyor.

Evet, niyetin oluşması yolunda bir meram mevcut, ama, kanaatlerde kireçleşme bulunduğundan, meramın dışa vuruluşunda yeterlik sorunu sırıtıyor.

Osmanlı nefreti ile karşılaştığımda, bunun dibinde bir korku yattığını görüyoruz. Kişi, gözünde gözlük deniz dibinde yürüyor. Tarihimiz sanki iskorpit balığı ve onu ayağından ısıracak, zehirini o kişinin vücuduna bırakacak! Balıkçılar çarşısında pahalılığına rağmen Kalkan Balığı soruyor, ama içinde de ya Vatozsa sorusu, kuşkusu, korkusu!..

Kendi hayatımız bu kadar dışımızda olabilir mi? Yani şimdiki zamanda yaşadığımız hayat kareleri belli bir zaman geçtikten sonra bize yabancılaşır mı?

Fotoğraf makinası biraz daha erken icad edilmiş olsaydı, belki de Şeyh Galib`in yüzünü bilecektik.Diyeceksiniz ki, bu kadar önemli mi? Önemli mi değil mi meselesi olduğunu düşünüyor değilim.

Sosyolojik varlığımızın, dönemleri arasındaki sert boşlukların farkına varılmasının gereğine inanıyorum.Bir toplumun varlığı, bekası, geleceğe doğru sürekli bir akış eylemselliği göstermelidir.

Şeyh Galib ve ondan geriye doğru şairler, şairlerimiz. Her biri birer anıt. Ama biri daha büyük. Öbürü onun kadar değil, ama, anıtsal bir varoluş ve eseri anlamı taşıyor.

Asıl kavga ne ve nerede ve/ya nereden... başlıyor?

Fransız Devrimi`nin III. Selim`in saltanatı zamanında İstanbul`a ulaşan etkileri devletin kendisinden duyduğu kuşkuyu tetikleyici oldu. Yeniçeri Ocağı`nın olumsuz gidişinin artık gizlenemez, görmezden gelinemez bir derecede olduğu kabul edilerek, buna kesin bir çözüm bulunması kararına varıldı. Avrupaî ordu kurulması gereği düşünüldü. II. Mahmud devrinde de Yeniçerilik kaldırılarak Nizâm-ı Cedid (Yeni Düzen) uygulamasına geçildi.

1839`da ise yeni padişah Abdülmecid ve sadrazamı Mustafa Reşit Paşa Tanzimat Fermanı`nı hayata geçirdiler.

Bu olay 1789 Fransız İhtilâli`yle başlayan devrimin Osmanlı`da bir anlamda izdüşümüdür. Ve bir devrimdir.Özü bakımından bir devrimdir.

Batılılaşmaya devlet tarafından karar verildikten sonra, devletin yönetiminde yeni bir anlayışın çağı açılmış olur böylece.

Kültür ve edebiyatta, Batı (Fransız) âlemine açılmanın, mecburî (de facto) çığırı açılmış oldu.

Divan şiiri gözden düşmüştü yeni anlayışa uyacak şairler çıkarmaya Devlet-i  liye bizzat yöneldi sonuç: Şinasî Efendi. Bu da sert bir boşluktur.

Fransız İhtilâli, yıktığı devrin iki sembolünü idam etti. Biri (İstanbul`da dünyaya gelmiş olan şair Andre Chenier (Şenye), öbürü de ileri çalışmalar yapan bir fizikçi olan Lavvosier (Lavvazye) idi. Şeyh Galib erken ölmese, Tanzimat sırasında sağ olsa idi, idam filân edilmezdi ama unutulmaya terk edilen bir büyük değer olarak, mahzun olabilirdi. Şiirde, yeni neslin parlatılmış şairi Şinasî atmosferinin kendisinden uzaklığını görecekti...

*

Yaklaşık yüz yıldan beri Osmanlı tarihi, kültürü, edebiyatı bir ihmale uğratılmıştır. Eğitime de sokulmuştur. Bu ne kazandırmıştır bu topluma?

Akan zamanda bölüntü!..

Eski 'sıfat' kelimesi bile, kronoloji bakımından değil, özellik ve nitelik suçlaması amacıyladır. Oysa, bir toplumun, büyük hayatında kalıcılık ve onun değerlendirilmesi esastır...

'1000 yıllık toplum' psikolojisi yerleşiyor ama temelini kurmak gerek. Bu ise, Osmanlı`ya geri dönüş anlamına gelmez...