2011 yılında yayınlanan Doğu Batı dergisinin 58. sayısında Halil İnalcık ile Kurtuluş Kayalı`yı, Etyen Mahçupyan ile Kılıçbay`ı, Ali Yaşar Sarıbay ile Şerif Mardin`i yayın kurulunda, Ufuk Coşkun ile Ahmet İnam`ı, Fuat Keyman ile Hasan Bülent`i, İlhan Tekeli ile Yusuf Kaplan`ı, İlber Ortaylı ile Tülin Bumin`i de danışma kurulunda gördüğümde, Türkiye`nin son 20 yıllık siyasal değişiminin ve savrulmalarının sadece bu isimler üzerinden ya da görünür entelektüel kimlikler üzerinden değerlendirilmesinin ve anlatılmasının çok gerekli olduğunu bir kez daha anladım. Bu yazıda böyle bir çaba içine girmeyeceğim. Böyle bir yazının zamanı geldi de geçiyor bile ama yeri burası değil;

Sevgili dostum, çalışkan sanat tarihçi Mehmet Kökrek`in hatırlatmasıyla göz attığım 8 yıl öncesinin dergisinde 'Türk Muhafazakarlığının Eleştirisi' yapılıyor. Görece erken bir tarih olarak işaretleyeceğimiz bu eleştiri sayısının en dikkat çekici yazısını ise Ahmet Özcan kaleme almış. 'Muhafazakar Tarihçiliğin Popüler Yüzü: İnanmıyorum Bana Öğretilen Tarihe' başlıklı yazısı çok konuştuğumuz, hep üzüldüğümüz, hatta kontrolsüz öfkelendiğimiz geçmişimizle yüzleştiriyor;

Başlığa da çıkardığı ifadesiyle bu alanın en sorunlu isminin yazdıklarına işaret eden Özcan, Büyük Doğu`nun 1943-45 yılları arasındaki sayılarında yer alan yakın tarih yazılarını değerlendirmeye alıyor. Sadece Büyük Doğu`yu incelemekle kalmıyor ve kitaplarındaki tarih anlatısına da odaklanıyor. Hayli uzun makaleyi dikkatli bir şekilde okuduğumda, çocukluktan gençliğe geçişte düşüncelerimizi etkileyen ve bu etkiden uzun süre kurtulamadığımız isimlerin sefaletini bir kez daha gördüm.

Çocukça bir heyecanla yazılmış mason ve yahudi anlatılarının üzerine komployla devrilen 2. Abdülhamid efsanesinin hala binlerce insanı etkiliyor ve inandırıyor olmasına üzülüyorsunuz. 36 padişah arasında en yeteneklisi, en bilgilisi, en dindarı, en siyaset dehası olan 2. Abdülhamid`in neden bu kadar kahramanlaştırıldığını ise anlamak kolay değil. 2. Abdülhamid ile açılan kapıdan sızan bir sonraki padişah ise Vahidettin oluyor. Abdülhamid Han`a göre daha riskli olması nedeniyle Vahidettin için ağırlıklı olarak karından konuşmayı tercih ettiğini görüyoruz bu çevrelerin. Necip Fazıl ise her defasında Vahidettin`in büyük bir vatansever olduğunu, Mustafa Kemal`i Samsun`a gönderdiğini anlatır da anlatır;

Yaşadıkları dönemin siyasi tartışmalarının içinde yer alarak böyle bir tutum sergilemeleri çok doğaldır. Zaten gözlemledikleri ve bir parçası oldukları siyasi dönem anlatısı için belgeye, muhakemeye ve araştırmaya gerek yoktur. Çevresindeki birkaçkişinin anlatımı, öfkesi, kini onun için hakikat olarak savunulmaya yeterli bir bilgidir. Kanuni Sultan Süleyman`a saraydaki otoriteyi kadınlara kaptırdığı safsatasıyla saldırır ve Osmanlı`nın yıkılışının en büyük payını ona çıkartır ama resmen yıkılışının birinci sorumlusu Vahidettin onun için masum ve mazlumdur. Ayrıca da ömrünün sonuna kadar sefalat içinde yaşamış ve haksızlığa uğramıştır.

Necip Fazil ile birlikte Serdengeçti`de de görürüz benzeri ifadeleri. Oysa ki, Osmanlı`ya yönelen ağır eleştirilere karşı çıkan ilk isim ikisi de değildir. Köprülü`nün yanındaki asistanlık görevinden atıldıktan sonra zor dönemler geçiren Atsız isyan etmiştir ilk olarak Osmanlı`ya yönelik hakaretlere; Bir tarihçi titizliğinin izlerine rastlayabileceğimiz Atsız`ın Osmanlı savun ile Necip Fazıl`ın yazdıkları arasında gece ile gündüz kadar fark olduğunu belirtmeye dahi gerek yok. Necip Fazıl için her şey komplo, her şey yahudi, mason oyunu; Necip Fazıl ile başlayan bu geniş literatürün izdüşümünü günümüzde de görebiliyoruz.

100. yılını kutlamaya hazırlandığımız Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun hastalıklı tarih anlatısının da sonu olmasını dilemekten başka yapılacak bir şey yok. Umarım, İstanbul`daki işgalcilerin kontrolündeki Padişah ve siyasi çevresinin Cumhuriyet sonrasında intikam almak için ortaya attığı bu tuhaf anlatılar son bulur. Sadece döneminin değil sonrasındaki yılların da en kansız, en milli ve en demokratik rejim değişiminin kıymetini biliriz. Ankara`da kurulan yeni devletin ve onun kurucusu yeni liderin, hanedan ailesinden bir kişinin bile burnunun kanamasına müsaade etmediğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı zamanda yıkılan rejimden sadece 150 kişinin sürgün listesine alınması da, anlamak isteyene pek çok şeyi ifade ediyor;