Hayat yoğun bir ortamdır. Biz onu seyreltmek için uğraşır dururuz. Hayat bizim bu çabamızı, daha doğrusu telâşımızı nasıl karşılar acaba?.. Bizim adımıza kaygılanır mı?.. Biz bu kaygının farkına varabilir miyiz? Hayat, alınyazısının bir sonucu olduğu için, insanın kaderle olan bağına tanıklık etmektedir. Biz hayatı gereğinden fazla ciddî ye aldığımızda da, ona önem vermemiz gereken ölçüde bulunmadığımızda da, bizim adımıza hayıflanacaktır!..

Günün olaylarını izlemekten kaçan bir tarafımız varsa, bu, geçmişin hakkını vermediğimiz anlamına gelmez mi? Çünkü T. S. Eliot`un iyice belirginleştirdiği gibi geçmiş de gelecek de bugünün içindedir. Geçmiş zaman kendiliğinden tarih değildir. Geçmişi tarih kılan, insanoğlunun ona atfedeceği önemden başlayandır. Orta bölgeden değil de kenardan iki örnek Avustralya ile Amerika`yı gözümüzün önüne getirelim. Çok ihtiyar dağlar, bir zamanlar gümrah çayırlar olduğu halde çölleşmiş, çöl olmuş ovalar...

Baktığını bizim için pelikülün belleğine alan kameraman, yönetmene şu tuhaf soruyu sorabilir: Bu dağların tükenmişliği, ağır bir sessizlik halinde beni ırgalıyor. İnsanları onların yerine koysak, onları insanlar yerine!...

Kavurucu bir öneri olurdu bu!.. Kameramandan dışarı uğrayan bunalım, yönetmeni de, çekim sırasında orada bulunmayan öykünün yazarını da allak bullak ederdi...

Bugünkü kalaba dünyanın insanları, işte o hayalî kameramanın dışarı vurduğu bunalımı içimizde taşıyoruz. Farkında olmadan, eksiltip duruyoruz. Eksiltip duruyoruz, eksile eksile yaşıyoruz. Bunu modern olmamanın bir gereği kabul etmek giderek yayılıyor. Evet, yayılıyor salgın bir hastalık gibi yayılıyor. Ölümle eksildiğimiz duygusu, denetlenebilir. Hayattan, 'yaşamadan' eksilmek var ve modern çağ bize bu hileyi bizden esirgemiyor!.. Herkesin herşeyden her ân haberi olabileceği sanısını veren, elektroniğin günlük hayatın mini en ve boylarına bizim adımıza nüfuz edebildiği bir hareketlilik. Güzel. Peki ama henüz bir türlü ayıkmadığımız bir yüzeydelik tehlikesi bizi kuşatmış değil mi?

Tarihsizlikten ruhu kavrulan bir Avustralyalı, bir Amerikalı bir türlü mutlu olamıyor. Amerika`da ilk yönetmen, bir entellektüel olan Griffith, Mezopotamya tarihini insanların gözünde canlandırmaya girişmişti. En büyük iki yapıtından biri Intolerance [Hoşgörüsüzlük], öbürü ise The Birth of a Nation [Bir Ulusun Doğuşu]dur. Tarihsizliğin giderilmesi girişimi. Bir anlamda, Amerikalılara özgü bir panik atak diye yorumlanabilir. Bir Ulusun Doğuşu filminin Amerika`nın kuruluş ve oluşumunu işlediğini belirtmeye gerek yok... Bununla birlikte, bu 'ulus' kavramının sürekli bir tartışma konusu olduğunu da unutmamak gerekir Amerikalılarda...

Onlardaki atılım, yüzeysellikten kendini kurtarmakla ilgilidir. Onlar bu ikilemi sürekli olarak yaşıyorlar. Alabildiğine geniştopraklarda, bu içhuzursuzluğuna mahkû m (gibi) yaşamaktadırlar. Amerikan 'medeniyeti' kavramını oturtmak için Poe`dan Walt Whitman`a, Emerson`dan Mcluhan`a kadar şair ve denemecilerin uğraşı bu olmuştur. Ezra Pound bunun çilesini, başka hiçbir Amerikalının yüklenmediği kadar çekmiş, huzursuz, sancılı bir şair-düşünürdür. Ömrünün sonunda, çıkmazı, olanca trajikliğiyle ilân etmiş, çıkmazın kendisini de yıktığını âdeta itiraf etmiştir. Amerika`da rejimin Pound`a bakışının ne boyutta olumsuz olduğu bilinmez değildir. Amerika Birleşik Devletleri Pound`u kısır döngü, fasit dâireyi teşhis ederek, ameliyat masasına yatırdığı için affetmemiştir. Rejimin Pound`a hoşgörüsüzlüğünün, yanlış gidişte ısrar haline geldiğini düşünüyorum. Pound, başlangıcın çelişkili olduğunu ispatlamaya girişmişti çünkü...

İnsanlar için de, yönetimler için de hayatın ufuk açıcı genişlik ve derinlik özelliğine riayet etmek yükümlülüğü vardır.

Derin Tarih ve Biz Dalgıçlar

Akıp giden hayatta, fazlalıkları tarih dikkati ayıklamaktadır. Bunun farkında olmamız gerekiyor. Batı Medeniyeti, tarihi, İslâm dünyasını bir uykuda tutacak şekilde biçimlendirmiştir diyebiliriz. Avrupa`nın karanlık devirlerine karşılık Doğunun büyük geçmişini belli bir devirden öncesinde bir meçhul kabul etmek!.. Örneğin, tarihi Sumer`le başlatmak, Batılıların dünyayı kendilerinden ibaret saymak psikolojilerine bağlıdır. Sumer toplumu, besbelli Nuh Tufanı ertesi bir vakıadır. Fakat onlar Nuh kavmi üzerine bilgileri Tevrat`la sınırlı olduğu için, bir boşluğa düşerler. Tufan olayını, İslâmî kaynaklardan izlemeye direnmeleri yüzünden, Sumer`den evvelini mağara devriymiş gibi görürler. Ve gösterirler. Bu noktada önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir. Sumer-öncesi Ortadoğu`nun ilkel ve uygarlık dışı olduğunu telkin etmiş oluyorlar böylece. Biz onların, gemiyi aramak fantezisi içinde bulunduğuna da tanık oluyoruz, onların Nuh Tufanı ile Avrupa`yı ilişkilendirmeye çabaladığını da görüyoruz. Şimdilerde Tufanı Karadeniz`e kadar getirdiler!..

İslâm medeniyetinde Ortadoğu`nun, İran`ın, Turan`ın, Hind`in, Çin`in uzun geçmişi ciddî yaklaşımlarla, tahmin edemiyeceğimiz boyutlarda tesbit edilmiştir. Çok esaslı kitaplar vardır. Bunlar başta Arap olmak üzere, Fars ve Türk dillerinde yazılmıştır. Küçük bir örnek: Akkoyunlular`ın devlet ve toplumuna dair bir tarih olan Kitab-ı Diyarbekriyye`de geçen gece Nuh`un elçi kılındığı kavmin hükümdarının adını görmek beni heyecanlandırdı. Bu veri bir Batılı`yı pek ilgilendirmeyecektir. İlgilendirse de olsa olsa hayıflandıracaktır. Çünkü, Sumer-öncesine düşen bir veri ışığı, Batı`nın her bakımdan kuşatmak azmi içinde olduğu Ortadoğu`da, gerçekler tarafından yalanlanması demektir. Sonra, Avrupalıların, Amerikalıların, Ortadoğu ülkelerinden eski eser ve kitap kaçırıp kendisine mal etmesinin böyle bir yüzü de vardır. Ü zerinde düşünürsek...