1960 yılında 130 gün arayla iki Osmanlı âlimi vefat etmişti. Daha da ilginç olan nokta, birinin 27 Mayıs’tan 65 gün önce, diğerinin 65 gün sonra dâr-ı bekâya irtihal etmiş olmasıydı. Adeta ömürlerinin son günlerini bir askerî darbe kılıçla ikiye ayırmıştı.

Kimdi bu iki Osmanlı âlimi?

27 Mayıs darbesinden 65 gün önce vefat eden, Bediüzzaman Said Nursî ile 65 gün sonra vefat eden ise Ali Haydar Efendi.

Biri Ahıska’dan Erzurum’a hicret etmiş ve oradan İstanbul’a gelmiş ve kalmıştır, diğeri Bitlis’in Hizan ilçesinden Van’a, oradan İstanbul’a gelmiş ama kalamamış, Barla’dan başlayarak Anadolu’yu sürgünlerde, mahkemelerde veya hapishanelerde dolaşmıştır.

Batum ve Bitlis kardeştir ve bu kardeşliğin en güçlü nişanesi, bir gaye-i hayali olan kalplerin hiçbir zaman durmadığıdır. 60 yıl önce Pakistan’ın atan kalbi Muhammed İkbal’in vefatı hakkında yazılan şu satırlar her iki büyük şahsiyet için de geçerlidir:

“Defalarca onu avlamak için pusu kuran melekler nihayet 20 sene evvel 21 Nisan’da o irfan hazinesini ele geçirmişlerdi. Dört madde unsurunun kını içinde 65 yıl çırpınan kılıç, 20 sene evvel o gün kınından sıyrılmıştır. 20 sene evvel 21 Nisanda İkbâl, ölüme karşı zaferini ilân etmiştir.”

Ölüme karşı zafer mi?

Ne kadar tuhaf bir ifade! Bir o kadar da manidar!

Biliyoruz ki, zamanı yenmek her fâniye nasip olacak bir bahtiyarlık değil. “Derya gibi Karacaahmet” isimsiz ölülerle dolu ağzına kadar. İçlerinden tanıdıklarımız, başta Karaca Ahmed hazretleri olmak üzere bir avuçtur ki işte onlar ölüme karşı zafer kazananlar zümresine dahil olmuştur. Said Nursî de, Ali Haydar Efendi de altın nasihatlarıyla ölüme karşı muzaffer olmanın sırlarını fısıldar kulağımıza.

Bir seferinde Fatih’in Çarşamba semtine yolu düşen Said Nursi İsmail Ağa Camii’nin önünden geçerken yanındakileri selamıyla birlikte Ali Haydar Efendi’nin elini öpmeye göndermiş. İki Allah dostunun Cumhuriyet devrinde “görüşme” imkânı ancak bu kadar mümkün olabilmiş. (Aktaran: İhsan Şenocak, İki Devrin Ulu Hocası Ali Haydar Efendi, Hüküm: 2016, s. 139.) 

           

Ali Haydar Efendiler

Osmanlı devrinin son zamanlarında Ali Haydar Efendi adlı üç büyük âlim yetişmiş (Sadık Albayrak’ın Son Devir Osmanlı Uleması’nın ilk cildinde Ali Haydar efendi adlı alimlerin sayısı 10’u bulur). Fakat bu üçlü, vefat tarihleri arasında yaklaşık 25-30 sene fasıla olmasına rağmen sık sık birbirine karıştırılır. Önce kim olduklarını vesikalık boyutunda görelim:

1) Ali Haydar Efendi (Büyük): 1837’de İstanbul’da doğmuş ve 27 Kasım 1903’de İstanbul’da vefat etmiştir. Hukukçudur. Mecelle Komisyonu üyesi olup Hukuk Fakültesi’nde usul-i fıkıh dersleri vermiştir. Sultan 2. Abdülhamid zamanında vefat edince Kadir Mısıroğlu’nun da medfun bulunduğu Üsküdar Nasuhi Dergâhı haziresinde toprağa verilmiştir.   

2) Ali Haydar Efendi (Küçük): Batum’da 24 Nisan 1853’de doğmuş, 14 Eylül 1935’te İstanbul’da vefat etmiştir. Kadılıklarda bulunmuş, Hukuk Fakültesi’nde Mecelle dersi vermiştir. 1914 yılında Şeyhülislamlıkta fetva eminliğine getirilmiş, 1. Dünya Savaşı’nda meşhur Cihad fetvasını vermiş, 1918-19’da birkaç ay süreyle Tevfik Paşa kabinelerinde Adalet Bakanlığı yapmıştır. “Mecelle şârihi” diye anılır. Dört büyük ciltten müteşekkil Dürer’l-Hükkâm adlı eseri Mecelle’nin en hacimli şerhidir.

3) Ali Haydar Efendi (Ahıskalı): 1870 yılında Ahıska’da doğmuş, 1 Ağustos 1960’da İstanbul’da vefat edip Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnolonmuştur.

Bizim bahsettiğimiz ve aşağıda bahsedeceğimiz Ali Haydar Efendi “Ahıskalı” lakabıyla tanınan ve geçen yıl dâr-ı bekaya irtihal eden İsmail Ağa medresesinin kurucusu Şeyh Mahmud Efendi’nin hocası olandır. 

Ahıska’dan Çarşamba’ya bir merdiven

Son Devir Osmanlı Uleması’na göre Ali Haydar Efendi ilk tahsil ile sarf ve nahvi Ahıska’da okumuş, 1894 yılında Erzurum Bakırcı Medresesi’nde eğitimine başlamış. Ardından son nefesini vereceği İstanbul’da bulacaktır kendisini. (Balzac “Şairler Paris’te ölmek üzere taşrada doğar” dememiş miydi?)

1901 yılında Fatih Camii’de Beyazıt dersiamlarından Çarşambalı Ahmed Hamdi Efendi’nin derslerine devam ederek icazet aldı. Fatih’te Mehmed Akif’in babası İpekli Tahir Efendi gibi dersiam oldu, Fatih Camii’nde derse çıktı. 1906 yılında Mekteb-i Nüvvab’ı bitirdi. 1909 yılında onu Fetvahanede çalışırken görüyoruz. 1910 yılında İbtida-i Haric Medresesinde İstanbul müderrisidir. 1914 yılında Sahn-ı Seman medresesi fıkıh müdürlüğünü üstlenir. 1915’te Te’lif-i Mesâil heyeti reisliği sırasında Mecelle’yi tamamlamakla görevlendirilir. 1916-19 ve 1922-23 yıllarında Huzur Dersleri hocasıdır (Sultan Mehmed Reşad, Sultan Vahidüddin ve Halife Abdülmecid zamanları).

Bandırmalı Şeyh Bezzaz Ali Efendi ile tanıştı. Tarikat silsilesi Mevlana Halid-i Bağdadi’ye kadar ulaşır. 1919-25 yıllarında Çarşamba’da İsmetullah Efendi Dergâhı şeyhi olur. Lakin İnkılaplar devrinde önce medreseler, ardından tekkeler kapatılınca dergâh yalnızlığa bürünmüş, dolayısıyla Ali Haydar Efendi açıkta kalmıştır. Ancak bu ‘açıkta kalış’ onun imkân nispetinde İslam bayrağını yere düşmekten koruma gayretine mani olamamıştır. 

Bu devirde Ali Haydar Efendi’nin başından geçen bir hadise vardır ki, hapishane arkadaşı Tahirül Mevlevî’nin hatıraları olmasa tarihin karanlıklarına gömülecekti.

Ali Haydar Efendi 1926 yılında İskilipli Atıf Hoca ve Hoca Ali Rıza Efendi ile beraber Şapka yüzünden İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı, 40 gün kalabalık, leş gibi kokan bir koğuşta hapis yattıktan sonra her nasılsa beraat etti. Pis bir ortamdı ama bu ortamı bile feyizleriyle temizleyecek aklıkta insanlar vardı içlerinde.   

Konserve kutusundan hela

“Mesnevi şârihi” olarak ünlenen Tahirü’l-Mevlevî (1877-1951) İstiklal Mahkemesi hatıralarında Ali Haydar Efendi ile birlikte girdikleri hapishanedeki insanı kusturacak denli feci ortamı olanca açıklığıyla anlatmıştır:

“Orta yerde bir soba, önünde saç bir mangal ile teneke bir leğen, leğenin etrafında yine teneke ibrikler. Hemen kapının arkasında bir parça maden kömürü, bir iki avuç mangal kömürü. Birkaç tane gaz tenekesi, bir iki tane de açılmış konserve kutusu duruyordu.

Lâkırdı ederken kulağıma bir şarıltı geldi. O tarafa doğru döndüm. Arkadaşlardan biri duvara doğru çömelmiş, konserve kutularından birinde def-i hacet ediyordu. Sonra onu yarı açılmış gaz tenekelerinden birine boşalttı. Kutuyu da baş aşağı olmak üzere tenekenin üzerine bıraktı.

Ben şu hale hayretle bakarken arkadaşlardan bazıları işi anlattılar. Bu koğuşun kapısı her nedense gece gündüz kapalı dururmuş. Gündüzleri dışarı çıkmak için vurulur, jandarmaya açtırılırmış. Fakat geceleri ona da müsaade edilmediği için böyle teneke içine def-i hacet edilirmiş.

Bu elim (üzücü) tafsilat üzerine:

-        Ya ihtiyacın büyüğü olursa? diye sordum.

-        Lâmba kısılır, o da tenekeye defedilir, cevabı verildi.

Hakikaten bir gece gözleri bürüyen karanlık, burunları kaplayan koku arasında böyle bir hâlin vukuunu hissetmiştim.”

Devamını mideniz bulanmasın diye nakletmediğim bu rezil atmosferin yaşatıldığı zatlardan biri de Ali Haydar Efendi’ydi. İskilipli Atıf Hoca’nın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı risalesinden 20 adet sattırmakla suçlanıyordu. Hapishanedeki hazin vaziyetini koğuş arkadaşı Tahirul Mevlevî şöyle nakleder:

“Kulakları işitmediği için mütalaayı ve tilaveti musahabeye (okumayı muhabbete) tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni (faydalı ve ikna edici) cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususî âleminde bulunuyor.” (Ah o çay detayı!)

Sonuçta İskilipli Atıf Efendi ile Hoca Ali Rıza’ya idam cezası veren mahkeme Tahirül Mevlevî ve Ali Haydar Efendi’nin de içinde bulunduğu 20 kadar kişiyi de beraat ettirmiştir.

Peki bundan sonra ne oldu?

İsmail Ağa Camii’nin kurtuluşu

İsmailağa Camii Şeyhülislam İsmail Efendi tarafından yaptırılmış bir Lale Devri eseridir ve en, boy ve yükseklik bakımından Kâbe-i Muazzama’nın ölçülerine göre inşa ettirilmiştir.

Bu esere hasar gördüğü 1894 depreminden sonra Sultan 2. Abdülhamid’in yardım eli uzanmak ister lakin malzemeleri alınıp yanına yığıldığı halde tamiri bir türlü nasip olmaz. Ama bakın Sultan’ın sular gibi yeraltına kaçan yatışmaz şefkat ve himmeti, tohumunu yıllar öncesinden ektiği bu kutlu pınardan nasıl aniden yeryüzüne fışkıracaktır?

1924’e kadar harap turap da olsa ibadete açık kalan cami ve faal olan medrese Tevhid-i Tedrisat ile Tekke ve Zaviyelerin Seddi tedbirlerinden ağır yara alarak metruk ve bakımsız kalacak, 1938 yılında camiyi ziyaretinde gördüklerini yazan Salahaddin Güngör’ün anlattıklarında olduğu gibi baykuş ve yarasa yuvası, esrarkeş yatağı, hatta –maalesef- içinde kalan serserilerin tabii ihtiyaçlarının görüldüğü bir mezbelelik yer haline gelecek, zamanla bakırcı ve kalaycıların meskeni olacak, hatta bir süre ahır olarak kullanıldığı bile söylenecektir.

İşte camileri en iyi ihtimalle kendi haline terk eden, dahası kapatan, kiralayan, satan ve yıkan Tek Parti idaresi 14 Mayıs 1950’de “Artık Yeter!” diyen milletin iradesiyle yıkılmış, Başvekil Menderes ilk icraatı olarak Ezan-ı Muhammedi’ye vurulan prangaları kırmış, millete rahat bir nefes aldırmıştır. (O günü yaşayanlar boşuna ‘sanki düşman işgalinden kurtulmuş gibiydik’ demeyecekti.) 16 Haziran 1950 günü okunan her ezan adeta Bilal-i Habeşi’nin dudaklarından çıkıyormuşçasına kalpleri bir altın ok gibi deliyor ve usaresini kanlı gözlerden yaş olarak fışkırtıyordu.

Bu muazzam tabloyu ıslak gözlerle yaşadığına emin olduğumuz Ali Haydar Efendi’nin coşarak “On Ali Haydar bir Menderes bile etmez” dediği bilinir. “Aman efendim!” diyenlerin itirazını “Hayır, hepimiz uğraşsak şu ezan-ı Muhammedîyi geri getiremezdik ama Menderes bunu bir günde yaptı” diyerek susturmuştu.

Derken büyük oğlu Şerif Efendi rüyasında caminin bânisi Şeyhülislam İsmail Efendi’nin medfun bulunduğu kabristandan bir elin uzandığını görür. El camiyi gösterir ve şöyle nida eder: “Ne durursuz? Bu camiyi niçin tamir etmezsüz?” Oğlu rüyayı Ali Haydar Efendi’ye anlattığında derhal caminin tamir talimatını verir ve –işte burası çok önemli- vaktiyle Sultan Abdülhamid’in kendisine ihsan etmiş olduğu altınları mabedin cansuyu olarak bağışlar. Böylece Cennetmekân Sultanın o altınları vaktiyle Ali Haydar Efendi’ye kendisinin tamir ettiremediği camiye sarf edilmek üzere emaneten verdiği ortaya çıkar.

Yardım paraları toplanır ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün gözetiminde tamirat ve tadilat işleri 1952 yılında tamamlanır. İşte tam o sırada askerliğini henüz tamamlamış bulunan Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin emriyle 1954 yılında İsmailağa Camii’nde imamlığa başlar.

Başlayış o başlayış…

Hapishanedeki o çilenin neden çekildiği anlaşılmıştır arif olanlarca.