TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Takvimlere bakılırsa 26 Eylül “Türk Dil Bayramı” imiş. Hangi icraat üzerine bayram ilan edilmiş dersiniz? Türk Dil Kurumu’nun sitesindeki habere bakılırsa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün katılımıyla 1932 yılında düzenlenen I. Türk Dili Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül’ü her yıl Dil Bayramı olarak kutluyormuşuz.

Öte yandan 13 Mayıs’larda kutlanan bir Türk Dil Bayramımız daha varmış. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 13 Mayıs 1277 tarihindeki “Şimden gerü hiç kimesne kapuda ve dîvânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayrı dil söylemeyeler diye bilinen şüpheli fermanı, Türkçenin devlet dili olması, gelişmesi ve gelecek nesillere nakledilebilmesinde önemli bir yer teşkil etmekteymiş. Hadi o da Türk Dil Bayramı yapılmış... 

Niye iki bayram kutlanıyor, anlayan varsa beri gelsin. Biri Ramazan, diğeri Kurban bayramı gibi iki dil bayramımız varmış ama dilimiz mahvolmuş, o da ayrı mesele.

Bana kalırsa her ikisine de “Türk Dil Matemi” demek daha doğru olurdu. Zira Türkçenin hal-i pür-melâli ortada. İstanbul’un göbeğinde bir lise 1 öğrencisinin –anlamaktan ve kompozisyon yazmaktan vazgeçtik- doğru dürüst okumayı bilmediği bir dönemde iki dil bayramı biraz fazla değil mi?

Öncelikle bayramlar teke indirilmeli ve arkasından başlamalıyız derin derin düşünmeye: Türkçemiz bu bayramları hak edecek halde mi?

Evet, diyebiliyorsak mesele yok. Ama diyemiyorsak davul zurnayla bayram kutlamak yerine Türkçeyi hiç değilse 1960’lar-70’lerdeki seviyesine “çıkaracak” ne gibi tedbirler alabiliriz diye kafa yormaya başlayalım bir an önce.

İyi kötü 1970’lere kadar yaşamış olan güzel Türkçenin içinde nefes alıp vermiş biri olarak şunu söylemeye kendimi yetkili sayıyorum:

O akıcı, kıvrak, kudretli, ne anlatmak istiyorsa tam onu anlatmaya muvaffak olan Türkçe bugün sırra kadem basmış durumda. Şu benim yazdıklarımı bile anlamayan, anlayamayan liseli öğrenci topluluğu karşısında konuşurken salonda bulunan müdürün “Hocam, n’olur biraz daha basit konuşun” diye devreye girişini unutmam kabil değil.

Aynı salondaki soru-cevap bölümünde faciaya kendi kulaklarımla şahit oldum. Hadi sözümü anlamadılar, bileceklerini tahmin ettiğim Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar” ilahisi üzerine konuşayım dedim, ne acı ki salonu dolduran liselilerin hiçbiri bu parçayı bilmiyordu, hatta epeyce yaygın olan bestelenmiş halini dahi duymamıştı.

Namık Kemal “Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten” demişti. Gücün yeterse insanlıktan idraki kaldır, diyordu ama ah ey Kemal, idrakin cenaze töreni yapılmakta bugün, idrak kelimesininki de yanında.

Melâl nereye gitti?

Birilerince Türkçenin büyük edebiyatçı ve yazarı olarak pohpohlanan Çetin Altan bile –ki 1927 doğumluydu- Ahmet Haşim’in şiirindeki inceliği kavrayamadığını kör parmağım gözüne der gibi pervasızca sergilemişti. İşte bir ifadesi:

“Ahmet Haşim dahi, “O Belde” şiirinde aşırı küçümsemiştir genç kuşakları:
Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” (Milliyet, 15 Ağustos 2009)

Halbuki melâli anlayan nesle değil, melâli anlamayan nesle âşina değiliz diyor Ahmet Haşim, yeni nesillerin melâli anlamadığını değil, tam tersine yaşadıkları dramlar yüzünden melâlden kurtulamadığını kastediyor, süper-düşünür Çetin Altan ise ‘melâli anlayan kalmadı’ dedi zannediyor.

Doğrusu bu kadar sığ bir fikir âleminde yaşamaktan Cemil Meriç gibi tiksiniyor insan. (Aynı hatayı İ. Semahaddin Cem gibi aynı nesilden bir muhafazakâr yazarın de yapmış olması ayrı bir melâl sebebidir. Bkz. Tohum, Haziran 1971, s. 17.)    

Ahmet Haşim de büyüktü, o zamanki Türkçe de. Nietzsche’nin “deli”sinin dediği gibi güneşi nasıl silebildik gökyüzünden, o devi nasıl öldürebildik? Kanı üstümüzde, başımızda hâlâ, katillerse aramızda…

Cahilliğin kitabı

Yeri gelmişken Celal Şengör adlı dışkısever prof yeni yayımlanan Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor adlı kitabında diyor ki:

İlkokul 5. sınıfta Fehamet Hanım adlı öğretmeni Ankara Savaşı’nı anlatırken güya küçük Celal itiraz etmiş, “Hocam öyle bir şey yok” demiş, hocası da onu susturmuş. Sonrasını kitaptan okuyalım (s. 22):

“Bizim evde Şerafeddin Ali Yezdi’nin Zafername adlı kitabının eski Türkçe baskısı vardı. Eve gelince ona baktım ve kendi bilgimi teyit ettim. Ertesi gün de okula götürdüm…”

Bir kere Şerafeddin Ali Yezdi’nin Zafername adlı kitabı Osmanlıca alfabesiyle basılmamıştır. Ne zaman basılmıştır, bilir misiniz: 2013 yılında Ahsen Batur çevirisiyle (Selenge Yayınları). Tanju Oral da 1991 yılında M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne doktora tezi olarak sunmuştur. Ama Şengör’ün ilkokul 5’e gittiği 1960’ların ortasında asla bir tercümesi mevcut değildi.

Peki bu atmasyon nereden kaynaklanıyor?

İşin esası şudur:

Aslı Farsça olan Zafername Türkçeye çevrilmemiştir ama 1339, yani 1923 yılında Timur ve Tüzükâtı adıyla basılan ve Şerefüddin Ali’ye nispet edilen bir kitap vardır. Kitap Zafername’nin bir çevirisi değildir, Tüzükât adlı varlığı şüpheli kitabın çevirisi ile Mustafa Rahmi’nin Timur’un hayatını Şerefüddin Ali’nin kitabını da kullanarak anlattığı bir önsözü havidir. İşte profumuz olsa olsa bu kitabı götürmüş olabilir, iddia ettiği gibi Zafernâme’yi değil. Zafernâme’nin çevrilmesi için daha 50 yıl beklemek lazımdır zira.

Türkçenizdeki yaraları tamir için ne yapmalı?

Gerçi Türk Dil Kurumu (TDK) 12 Eylül darbesinden sonra aslî işine, yani Türkçenin kaynaklarının düzgün bir şekilde neşrine geri döndü. Doğru olan da buydu. Lakin yaklaşık yarım asır boyunca Türkçeyi çamura çeviren suni müdahaleler, kasıtlı kelime uydurmaları, eğitime ve TRT’ye işgüzarca dayatmalar vatan toprağımızın bir parçası olan dilimiz üzerinde tamiri mümkün olmayan hasarlara meydan verdi.

Bu yaralar bugün kanamalı halde. Bozulmadan önceki kaynaklara dönmekten başka da çare yok. Türkçeyi anlaşılır ama zengin bir kıvama getiren kalemleri okumak tek çıkar yol. Kimleri mi? Sayalım.

Mehmed Akif, Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Falih Rıfkı Atay, Nihad Sami Banarlı, Sabahattin Ali ile Nazım Hikmet…

İlk ağızda saydığım bu isimlerin kitaplarını okuyarak dil zevkini kazanmaya ve aldığınız yüksek dozda radyasyonu hafızanızdan bir an önce temizlemeye bakın. Bir de kulağınızın pasının gitmesi için Zeki Müren ile Başbakan Adnan Menderes’in radyo konuşmalarını dinleyin. Bu kanatlarla pırıl pırıl bir Türkçe denizi içinde kulaç attığınızı hissedeceğinizden şüphem yok.

Sizin anlayacağınız, bu hastalığın hastanesi, sağlık ocağı yok. Doğru kitapları okuya okuya zevk aşısı olmaktan başka bir çözüm de görünmüyor.

Tatar kadının “muallim” sevinci

Tarih bir aynaya benzer. Milletlere kim olduğunu öğreten bir ayna daha doğrusu. İyi ama bizim aynamız on yıllardır karartılmış ve çatlatılmışsa yüzümüzü nasıl gösterecektir?

Aynamız harf inkılabıyla karartıldı, dil inkılabıyla ise çatlatıldı. Hem karartılmış, hem de çatlatılmış bir ayna ile ne kendimizi doğru dürüst ifade edebilir, ne de o kanamalı dil aracılığıyla hakikati görebiliriz. Bize bu kötülükleri yapan kurumun ilk kurultayının “Dil Bayramı” olarak kutlanması da bir başka fecaat değil midir?

Neredeyse dokuz asır boyunca dilimize girmiş kelimeler acımasızca tasfiyeye kalkıldı. Neymiş? İmkân kelimesi Arapça imiş. At. Yerine ‘olanak’ı uydur. Oldu mu sana mis gibi Türkçe.

Hakikaten Türkçe oldu mu bu kelime şimdi? Benim dokuz asırdır şiirinden türküsüne milyonlarca metne girmiş ‘imkân’ım atılacak, TDK’nın bir masasında oturan Ermeni Agop Dilâçar adlı kendisi Türk bile olmayan adam kelime üstüne kelime uyduracak ve uydurdukları Türkçe olacak, öyle mi!

Yıllar önce Hazar denizinin kuzey ucunda bulunan Astrahan şehrinde belki 70’inin üzerinde ak saçlı bir Tatar kadın öğretmenle tanışmıştım. O Türkçe konuşamıyordu, ben Rusça. Ne yazık ki tercüman vasıtasıyla anlaşmaya çalışıyorduk.

Anlaşılan Çarlık devrinde yaşamış bir öğretmen olan babasının mesleğinden bahsederken ağzından çıkan bir kelimeyi tercüman tam olarak ifade edemedi. Derken benim aklıma birden ‘muallim’ kelimesi geliverdi. O ak saçlı öğretmenin ‘muallim’ kelimesini duyunca eski bir dostuyla karşılaşmış gibi yüzüne yayılan rahatlamayı ve “Evet, muhallim, muhallim” diye sevinmesini hiç mi hiç unutmuyorum.

Aramızdaki sihirli kelimeyi Osmanlıcada bulmuştuk. Ortak kelimemiz ‘muallim/muhallim’ idi. Orada bu kelimenin hangi dilden geldiği değil, ortak hatıralarımızı taşıyıp taşımadığının neden daha önemli olduğunu yaşayarak öğrenmiştim.

İngiliz bizden daha Türk çıktı

Bir İngilizin yazdığı ve Türkçeye Trajik Başarı: Türk Dil Reformu diye çevrilen kitabı okumanızı tavsiye edeceğim eğer baskısını bulabilirseniz. Lakin bu kitabın orijinal ismi The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success’tır ve doğru çevirisi “Türk Dil Devrimi: Felaket Getiren Başarı” olmalıydı. (Bizim kullandığımız inkılap kelimesi İngilizcede revolution diye çevrilince tuhaf kaçtığı için Batı dillerine genellikle reform diye çevrilir ki daha isabetlidir.) Sözde “Türk Dil Devrimi” bugün fena örneklerini etrafımızda bolca müşahede ettiğimiz gibi başarılı olmuş ve yaygınlaşmıştır gerçi ama güzelim bir dil de göz göre göre kurban edilmiştir.

Yazar Geoffrey Lewis’in fikrini öğrenmek açısından aşağıdaki paragrafı nazar-ı dikkatinize sunmak istiyorum:

“Dil devrimi üzerine fikir bildiren Türk yazarlar genellikle alfabenin değişmesinden pek bahsetmezler. Onlar için harf devrimi ayrı bir konudur. (…) Alfabe değişikliğinin amacı, Türkiye’nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyası ile olan iletişimi kolaylaştırmaktı.”

Fazla söze gerek yok. Elin İngilizi bizden daha net olarak çözmüş meseleyi.

Dil yaramız üzerine tekrar be tekrar düşünmek zorundayız.

Filozof Leibniz dildeki her kelime için bir vatan toprağıdır der.

Dostlar: Vatan toprağımızdan her gün bir parça elimizden alınıyor ama tehlikenin farkında olan azdan az.

Uyanalım.

Türkçe elden gidiyor!