Bir Hint atasözü diyormuş ki:

“Her insan hayatında en az bir kere doğar”

Bu ne anlama gelebilir? Bunun neresi atasözü?

Böyle diyebilirsiniz... Ben de bunu ilk okuduğumda böyle düşünmüştüm. Sonra biraz sabredip okudum makalenin kalan kısmını...

“Tabii ya” dedim, içimden...

Birçok insan vardır ki doğduğu yerde büyür, yaşar, yaşlanır ve orada hayata gözlerini yumar... Ama günümüzde insanlar doğdukları yerden başka şehirlere, sonra başka ülkelere gidip geliyorlar... O ülkelerde kalabiliyorlar... Orayı kendine yurt edinebiliyorlar...

O zaman o kültürü öğreniyorlar, o sosyal hayata göre kendilerine çekidüzen vermeye çalışıyorlar... O topluluğun dili ile konuşmaya, daha ötesi o dil ile düşünmeye başlıyorlar...

O zaman insan bir kere daha doğuyormuş...

Etti mi sana iki defa doğmak...

Dahası var mı?

Var...

Bu insanlardan kimileri tekrar kendi ülkelerine dönüyorlar... Ama artık bir başka ülkenin dilini, diyalektiğini estetiğini kültürünü de öğrenmiş olarak...

Sonra kendi ülkesinin insanını, hayat yapısını, kültürünü geleneğini göreneğini tekrar yorumluyorlar...

Bunu kafalarında sentezliyorlar ve insanlığın yararına sunacak hale getirebiliyorlar...

İşte bu kimseler üçüncü defa doğuyorlarmış...

Bunlar gerçekten iyi güzel de ninemin sözüne ne diyeceğiz?

Ninem derdi ki, insanlar hayatını iki kere yaşar evladım...

Nasıl?

Bir kendi çocukluğunu yaşar... Bir de çocuklarını yetiştirirken onlarla birlikte yeniden yaşar...

Eğer çocuklarını yetiştirirken hayatı onlarla birlikte yeniden yaşayamazsa o zaman da iki şeyi birden kaybeder...

Nedir o iki şey?

Hem kendisinin ikinci defa hayatı yaşama fırsatı elinden gitmiş olur...

Hem de çocuğunu yetiştirememiş olur...

Çocuğu başkalarıyla büyür... Çocuk kendi yanında büyüse de ellerin olur...

Yetiştirenlerin olur...

Siz siz olun çocuklarınızı yetiştirirken hayatı yeniden ve çocuğunuzla yaşamayı ihmal etmeyin...

Fırsat bu fırsat...

Şimdi bu açıdan kendimizden başlayıp şöyle çevremize bir bakalım... Hangimiz ailemizin yanında, onun öğrettikleriyle, ondan öğrendiklerimizle ve onun kültür potasında eğitilerek hayatımızı kurgulayabildik?

Hangimiz öğrenim için çıktığımız evimizden ailemizin evine, bir daha bayramdan bayrama haricinde gidebildik?

Hatta bayramda gidemeyenlerimiz bile az değil artık...

Ve hangimiz ailemizin yaşadığı kültürel hayatı kendimizde rota eyledik? Ya da onların kültürünü kendimize miras kabul ettik?

Tarihi eser deyince aklımıza Mimar Sinan’ın Süleymaniye’si mi gelmeli yalnızca?

Yalnızca cami, han hamam köprü kervansaray mı gelmeli?

Bizim tarihimizde mutfak kültürü yok muydu? Örnek olarak, İttifak okuyucuları bilir gazetemizin “Erguvan Şerbeti” kültürünü yaşattığını...

Misafir kültürü yok muydu? Hasta ziyareti yok muydu? Fakir fukara, dul yetim koruyup gözetmek onlara kol kanat germek yok muydu?

Vardı...

Ama birçoğumuz ailemizden uzak büyüdük... Evimizden, yerimizden yurdumuzdan uzak başka kültürlerden beslenerek büyüdük... Sonra kökünden kopartılmış saksılarda nefes alıp vermeye çalışan bitkilere döndük...

İki kere doğduk ama üçüncüye yani özümüze dönemedik...

Artık yeniden kendimize gelme zamanı... Farkı fark etme zamanı...

Yönümüzü geleceğe dönük tutarken geçmişle bağımızı kurmanın, el ele tutuşmanın zamanı...