Bâb-ı Â li ya da basitleştirilmiş şekli ile Babıali, Osmanlı Devleti döneminde sadrazam sarayına verilen isimdir. 18. yüzyıl sonlarına yakın bir zamana kadar Paşa sarayı, Paşa kapısı, Bab-ı Asafi gibi adlarda denilen sadrazam sarayına I. Abdülhamit zamanından itibaren Bab-ı Ali denilmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti, Bâb-ı Â lî den idare ediliyordu. Arapçada, 'kapı' anlamındaki bâb ile Farsça tamlaması Arapça yüce anlamındaki âlî ile birleşti ve Osmanlıca yeni bir sözcük türetildi. Babıali, İstanbul Valiliği (halen yerinde), İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Sultanahmet`te büyük adliye ve Devlet Güvenlik mahkemesinin de bulunduğu İstanbul`un kalbi mesabesindeydi. Aslında bugün de İstanbul`un kalbi ve merkezidir. Cağaloğlu Türkiye`deki basılan kitapların merkeziydi. Osmanlı arşivlerinin bulunduğu yerde Cağaloğlu`ndaydı. Cumhuriyet`in ilk yıllarından 1990`lı yılların neredeyse ortalarına (İkitelli medyasından önce) kadar Babıali, gazetelerin basıldığı matbuatın merkezi konumundaydı. Kitle iletişim aracı denince aklı ilk olarak gazeteler gelirdi. Daha sonra radyo ve daha sonraları televizyon. Henüz özel televizyonlar yoktu. Sadece TRT vardı. Bendeniz Babıali`de gazetecilik (muhabirlik) yapmış şanslı insanlardan biriyim. Haber daktilo ile yazılır, uzaklardan ise telefonla bildirilir veya teleks ve daha sonraları faks ile geçilirdi.

Tarihçi, araştırmacı-yazar Mehmet Fatih Can, Babıali`nin kitap ve kültür bakımından içler açısını halde olduğuna geçenlerde bir görüşmemizde uzun uzadıya anlattı. Bendeniz de 'Bu vahim durumla ilgili en azından bir yazı yazmak üzerime vacip oldu' dedim. Çok fazla değil bundan sadece çeyrek asır önce Babıali cıvıl cıvıldı. Tüm günlük ulusal gazetelerin merkezi Babıali`de idi. En görkemli bina sanırım Hürriyet gazetesinin, en imtiyazlı bina ise Cumhuriyet gazetesinindi. Cumhuriyetin gazetesinin bulunduğu eski yerindeki İttihat Terakki merkezi umumi binası vardı. Bu bina arşivin yerine otel yapan firmaya otel olarak verildiğini işittim. Anadolu Ajansının müstakil dört katlı binası ise devletin haşmetini gösteren bir yapıdaydı. Bunun yanında Babıali`de haftalık gazete ve aylık dergilerde aktifti. Mesela Türk Edebiyatı dergisi önemli uğrak yerlerden biriydi. Hele Çarşamba Sohbetleri`nde merhum Ahmet Kabaklı üstadımızı görmek bir başka güzellikti. Bunan yanında Türk Ocağını, Aydınlar Ocağını, İlim Yayma Cemiyetini ve Vakfı, Kubbealtı Vakfı`nı, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı ve Birlik Vakfı`nı da saymak gerekir.

İran Konsolosluğunun karşısında bulanan Gazeteciler Cemiyeti (halen aynı yerde olan ve bugün ismi bile neredeyse unutulan; ) binasına girmek bile bir ayrıcalıktı. En mütevazı bina ise Millî Gazete (ilk merkezi ve sonrada bürosu) ve Sezai Karakoç`un çıkarttığı Diriliş Dergisi ve kitapçıların bulunduğu Ü retmen Han`dı. Bunlardan başka o gün için gözümün önünden bir film şeridi gibi geçen, Türkiye, Günaydın, Güneş, Milliyet, Dünya, Akşam, Yeni Asya, Yeni İstanbul, Yeni Devir, Yeni Asır (daha sonraları Yeni Şafak, Yeni Akit, Yeni Mesaj, Yeniçağ, Yenibirlik, Yen Söz gibi), Hürses, Sabah, Meydan, Tan gibi bazılarının isimlerini unuttuğum ulusal gazeteler Babıali`den Türkiye`nin tüm bölgelerine dağıtılırdı. Ortadoğu gazetesi Aksaray`da, Tercüman, Millî Gazete (Yeni Devir`de aynı yerde çıkıyor) ve Son Havadis gazetesi ise sur dışında idi. Mehmet Şevket Eygi`nin Bedir Yayınları ve Kadir Mısıroğlu`nun Sebil Yayınevi de Babıali`de idi. Babıali, muhabir, gazeteci, yazar, okur, akademisyen takımın ruh verdiği, Türkiye`nin entelektüel nabzının attığı bir müstesna mekandı burası. Şimdi üçüncü sınıf turist ve onlara şaklabanlık yapan hanutçuların ve mekanların fink attığı bir mahal oldu. Nereden geldiği belli olmayan bambaşka tipler, torbacılar, zevk pazarlamacıları ve Sultanahmet`in demografi tamamen değişti maalesef arşivin nakledilmesi bu süreci inanılmaz hızda tetikledi. Eski Osmanlı Arşivinin hemen yanında tarihi binada Sultanahmet İlkokulu vardı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Bu bölge meskun mahal olmaktan çıktı. Camiler cemaatsiz kaldı adeta. Düşünüyorum da kısa zamanda İstanbul`un fiziksel yapısı ne büyük hızla değiştirilmiş!

`height=

Bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan eski Sadaret (Sadrazam, başbakanlık) tarihi giriş kapısı.

Tarihe saygı bu mu?

Millet olarak müzeleri gezme ve kütüphaneleri de yeterince kullanma alışkanlığının çok fazla olduğu söylenemez. Türkiye`yi, özellikle de İstanbul`u ziyaret eden turistlerin en fazla sordukları yerler ise müze ve kültür merkezleridir. İstanbul, yedi tepenin üzerinde kurulmuş olan tarihi yarımadanın ismidir. Sur içi olarak da bilinir. Bu alanda ne kadar çok müze ve kültür merkezi yapabilirsek o oranda da turist çekeriz. Fakat son dönemde bu bölgede ortaya çıkan uyanık müteahhitler tarihi yarımadada buldukları eski yapıları yıkıp ya otele ya da otoparka dönüştürüyor ve böylece ranta tahvil ediyorlar. Bir metre kazdığınızda tarih fışkıran toprağın altınındaki değerlerimizi de yok ederek birbiri arkasına otel ve otopark yapıyoruz. Uzmanlar, Yerebatan Sarnıcı`nın üstündeki inşaat faaliyetleri yüzünden her an çökebileceğine dikkat çekiyorlar. Aldıran ve umursayan kim? Osmanlı, bu bölgelere özellikle ağır yapılar yapmamış sadece zarif ahşap konaklar inşa etmiştir. Biz o ahşap binaları sevimli pansiyonlara çevirmek yerine yıkıp çok odalı ağır beton yapılar inşa ediyoruz. Çok yazık. Şanlı tarihimizi kendi elimizle mezara gömüyoruz.

Milat Gazetesinden gazeteci Ali İhsan Gülcü dostumuz köşesinde, 'Tarihe saygı nasıl olmalı?' (30 Ocak 2021) başlıklı yazısında mühim bilgiler veriyor: 'Meşhur Pembe Konak yıkılarak otoparka dönüştürülmüştür. O ahşap konak ki, aslında 1800`lerin sonunda inşa edildiğinde aşı rengine boyanmıştı. Zaman içinde rengi solmuş, güz gülleri gibi pembeleşmişti. Birinci derecede tarihi eserdi. Ragıp Paşa`nın yaptırdığı konak 1909`dan 1918`e kadar İttihat ve Terakki Partisi`nin merkezi olarak kullanıldı. Sonra da İstanbul`u işgal eden güçlerin karargâh merkezi oldu. 1924 yılından 1974`e kadar Cumhuriyet gazetesinin merkezi olan Pembe Konak artık yok. İstanbul İşgal Kuvvetleri Müzesi bile yapılabilirdi. Böyle sembol bir yapıyı otel ve otopark yapmak hangi akla hizmettir? Milli Eğitim`in yanan tarihi il merkezi de aynı yolda ilerliyor. Bu eşsiz kültür değerlerimize sahip çıkmamız gerekmez mi? Kaçtane böyle değerli yapımız var ki, müze, kültür merkezi ve kütüphane yapmak yerine birer ikişer otele dönüştürüyoruz? Bu bölgedeki en büyük yanlışlardan biri de Osmanlı Arşivleri`nin Kâğıthane Deresi`nin kıyısına taşınmasıydı. Osmanlı`nın özene bezene sakladığı yüz milyonlarca belge için nem ve küf tehlikesinin olduğu bir bölgeye taşımak olsa olsa tarih bilincinden yoksun zihinlerin eseriydi.'

`height=

Tarihi Beyazıt Sahaflar Çarşısının eski görüntüsü.

Tarihi Divan Yolu

Türkiye Gazetesinden Murat Öztekin`in haberine göre, Babıali Caddesi dedikleri o eğri büğrü, çarpık çurpuk sokağın, renk renk harap dükkânları arasında, paçacı ve işkembeci kazanlarının sarımsak kokularına karıştığı camekânları süsleyen lop yumurtalı kırmızı turplu yeşil salataların sırıttıkları bu garip irfan sahnesinde, bir yazı kaynağı vardı ki bitmez tükenmez dalgalarını salıvererek yurdun her köşesine bucağına yayıyordu.

Halit Ziya Babıali`yi şöyle tasvir eder: 'Divanyolu`ndaki Sultan II. Mahmud Türbesi nden başlayan ve Sirkeci`ye kadar uzanan Cağaloğlu, Bizans ve Osmanlının merkezi olduğu gibi kültür hayatının da kalbiydi. Hemen yanı başında Sultanahmet, biraz ötesinde eski kültür mahfilleri ve Sahaflar Çarşısı`yla Beyazıt. Buralar, sayısız yayınevine-gazeteye ev sahipliği yapan, kalem erbaplarının yollarını aşındırdığı, her kaldırımda başka bir meşhur yazara rast gelme ihtimalinizin olduğu, buram buram kâğıt ve mürekkep kokan mahallerdi.' Ama ne yazık ki 'kültürün kalbi', 1990`lardan itibaren oteller ve restoranların işgaline uğramış ve geriye az sayıda yayıncıyla birlikte hüzünlü hikâyeleri mazide hazin bir hatıra olarak kalmıştır.

`height=

Beyazıt Sahaflar Çarşısı!

Eskiden sahafların merkezi olan bugün ise tamamen eğitim kitaplarının satıldığı yerlere dönüşen Beyazıt Sahaflar Çarşısı, aslında 1920`li yıllardan itibaren canlılığını kaybetmeye başlamış. Sahaflar, savaş yıllarında açkalmamak için bakliyat satmak zorunda kalmışlar. Kitapların yanına nohut, fasulye çuvalları dizilir olmuş. Ancak sahaflar bu hâllerinden yakınırlarmış. Gazeteci-yazar Ayşe Olgun`un araştırma haberine göre Cağaloğlu`na eşekli kitapçılar da gelirmiş. Genelde Malatyalı olan bu kitapçılar, İstanbul`dan aldıkları eserleri, merkep sırtında köy köy dolaşarak satarlarmış. Cağaloğlu`nda en çok görülen manzaralardan biri de kâğıt ve kurşun taşıyan hamallarmış. Çünkü dizgi, baskı ve cilt ayrı yerlerde yapılıyor, iş hamallara kalıyormuş.

Dünyanın Başkenti İstanbul

Dünyada, üçimparatorluğa başkentlik yapan tek şehir olan İstanbul, güzelliğiyle her dönem özellikle Batılı seyyahlar tarafından övgüye mazhar olan bir şehirdir. Doğu ile batının kesişim noktası olan İstanbul, yabancı seyyahların da gözdesi olmuştur. Petrus Gyllius, 16 ıncı yüzyılda kaleme aldığı eserde İstanbul için şöyle demiştir: 'Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnız İstanbul ölümsüzdür.' Juan Goytisolo ise, 2008 de kaleme aldığı bir kitabında İstanbul için demiştir ki: 'Kedi gibi dokuz canlı olsam, bir hayatım mutlaka İstanbul da geçerdi.'

Bugün Babıali dediğimiz yer dahil Sultanahmet ve Beyazıt civarı kitap ve kültürden arındırılmış beton otel/motellerin yükseldiği taş yığına dönüştürülmüştür. Çok az sayıda yayınevi ve kitapçılar ise günümüzde can çekişmektedir. Kültür Bakanı dahil devlet büyüklerimizden isteğimiz kitap ve kültürün merkezi olan Cağaloğlu`nun yeniden canlandırılması ve gelecek nesillerimize kültür ve kitap hazinemizi sağlam ve sağlıklı bir şekilde teslim etmemiz icap etmez mi? Değilse bunun hesabını kolay kolay veremeyiz vesselam.