TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Avusturya nereden bakarsanız bakın ilginç bir ülke tarihimiz açısından. Başkenti Viyana’da hangi Avusturyalıyla konuşsanız “Türk korkusu”, hatta saplantısının bir bataklık gibi zihinleri içine çektiğine şahit olursunuz. Sokak başlarında Osmanlı top gülleleri şehir sakinlerine adeta o kara günleri hatırlatmak üzere teşhire çıkmış gibi. Bu arada bir köşe başını süsleyen minyatür yeniçeri heykelini anmayı unutmayalım. Viyana Milli Eğitim Müdiresiyle görüşmeye mi gidiyorsunuz, eğer Türk iseniz “1683 zaferi” faslını açmasına hazır olun derim.

Tabii mezar taşına Arap harfleriyle “Yusuf bin Hammer” diye yazdıran Avusturyalı tarihçi Joseph Hammer-Purgstall’ı unutuyor değilim. Onu ve çalışmalarını her zaman takdir ve minnetle yad etmek gerekiyor. Ancak bu yazıda Hammer’i ihmal edip farklı bir Avusturyalıyı ele alacağım. Adı, Franz von Werner.

Whatsapp Image 2024 03 08 At 18.48.54

30 Mayıs 1836 yılında Viyana’da dünyaya gelen Franz, Alman asıllı, Hırvatistan’da yaşayan toprak ağası bir baba ile Viyanalı bir annenin çocuğudur. Kırım Savaşı’na katılmak üzere Schubert Enstitüsü’ndeki eğitimini yarıda bırakarak Avusturya ordusunun Hüsar Alayında teğmen rütbesiyle görev almıştır. Bunun gönüllü bir katılım olmadığını biliyoruz.

Galiçya cephesinde Osmanlı kuvvetleriyle savaşa tutuşmuşken Varna’da Osmanlı saflarına iltica eder ve bu defa Osmanlı saflarında savaşmaya başlar. Mültecilere alışkın olan Osmanlı Devleti de cevval zekâlı genci değerlendirmekte tereddüt etmez. Kısa bir süre sonra teğmen rütbesiyle kuvvetleri arasında görürüz onu. İngiltere ve Fransa’nın yanında Rusya’ya karşı girdiğimiz Kırım Savaşı sırasında tam bir Osmanlı subayı gibi görevini hakkıyla yerine getiren Franz von Werner’in adı, artık Murad Efendi olmuştur.

Türkçe dahil Fransızca, Hırvatça, İtalyanca, Macarca ve Almancayı çok iyi bilen ve konuşan Murad Efendi'nin askerlikten Hariciyeye, yani diplomasiye geçtiğini görürüz. 1859’da Bükreş’e, ertesi sene Palermo’ya gönderilir, 1864 yılında ise Güney Macaristan’daki Temeşvar konsolosumuzdur.

1873'de Venedik’e başkonsolos olarak atanmış, daha sonra aynı görevle Dresden'e gitmiş olan Murad Efendi, Osmanlı tahtının Abdülaziz, 5. Murad ve Abdülhamid olmak üzere üç padişah gördüğü 1876 yılında Paris sefaret müsteşarı, ertesi yıl da Sadrazam Edhem Paşa'nın gözde diplomatlarından biri olarak İsveç'e gitmiş, ardından Lahey Büyükelçiliğine tayin olunmuştur. 1881 yılında Paris Büyükelçiliğine gitmek üzereyken kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yummuştur. Öldüğü zaman Osmanlı Devleti’nin Hollanda elçiliğinin yanı sıra İsveç ve Norveç olağanüstü elçiliği görevini de uhdesinde bulundurmaktaydı.

Tiyatro tarihçisi Özdemir Nutku’nun torunlarından aldığı bilgiye göre Avusturya ordusundayken Galiçya'da askerden kaçan iki köylü gencini Franz von Werner’e teslim edip kurşuna dizmesini emretmişler. Mizacı öldürmeye müsaid olmadığı için köylü gençlerle kaçıp Osmanlıya sığınmıştır. Çok iyi bir binici olduğu için kısa sürede Osmanlı tarafından sevilip yükselmiştir. Bir rivayete göre Müslüman da olmuştur.

Temeşvar’da Osmanlı konsolosuyken Almanya’da kendi eserinin prömiyerine katıldığı sırada oyunculuğunu çok beğendiği bir tiyatro sanatçısıyla evlenen Murad Efendi’nin Geza Arifi ile Gaston Şevket adındaki oğulları ve Elinor adlı bir kızı olmuştur. Eşi Henriette, kocası öldükten sonra imzasını Henriette Murad Efendi diye atmış. Oğlu Geza Şevket Murad ise Türk uyrukluğunu bırakmamıştır. (Prof. Özdemir Nutku’nun yazısından: Mart 2024)

Whatsapp Image 2024 03 08 At 18.48.54 (2)

Almanca yazan “Türk yazarı”

Murad Efendi’nin marifeti Hariciyeci olmaktan ibaret değildir. Bütün bu işlerin yanında yazı çalışmalarına son sürat devam etmiş ve geride tam 18 cilt eser bırakmıştır. Bunlardan 12’si tiyatro, 4’ü şiir kitabıdır. Nasreddin Hoca fıkralarının manzum Almanca çevirisini de yapmıştır. Son kitabı ise aşağıda ele alacağımız gezi notlarıdır.

Eserlerini Özdemir Nutku’dan kuşbakışı görelim:

“İlk eseri 1859 yılında yayınlanan Şarktan Sesler’dir. 1876’da yayınladığı Türkiye Skeçleri Osmanlı İmparatorluğunun o dönemindeki yaşayışını canlı ve renkli bir yolda gösterir. 1878'de kitap olarak yayınlanan Nasreddin Hoca, dış ülkelerin edebiyat çevrelerinde büyük yankı yapmıştır. En başarılı şiir kitabı sayılan Şark ve Garp Şiirleri adlı eseri ile o zamanın en beğenilen şairleri arasında yer almıştır. Murad Efendi'nin Türkiye'de pek tanınmamış olmasının tek sebebini, onun bütün eserlerini Almanca yazmış olmasında aramak gerekir.”

Ayrıca Sultan III. Selim üzerine bir tiyatro eseri yazmıştır:

“Murad Efendi'nin en ilgi çekici eseri III. Selim'dir, Osmanlı tarihinin önemli bir dönemini renkli sahnelerle, başarıyla bu eseriyle canlandıran Murad Efendi çağının incelemecileri ve eleştirmecileri tarafından çok başarılı bulunmuş bir yazardır. Oyununun ilk bölümünü Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli kurumları ve bu kurumlarda çalışan Türkleri canlı bir yolda tanıtan yazar, yeniçerileri, hocaları, sipahileri hayranlık verici bir tarafsızlık içinde göstermeyi bilmiştir. Ayrıca imparatorluk içindeki çeşitli çalışmaları çok beşerî bir görüş açısından işlemiştir. III. Selim'in karakteri yanı sıra Alemdar Paşa'nın resmedilişi de çok başarılıdır. (…) Bu eser Viyana Burg Tiyatrosu tarihi içinde temsil edilmiş olan ilk ve son Türk eseridir.” (Ö. Nutku)

Nutku’nun şu tespitini ilave edelim:

“Viyana'da doğmasına rağmen on yedi yaşından itibaren Türk olan yazarın eserleri, davranışları bir Türk gibidir. Olgunluk yaşlarını bir Türk diplomat yazarı olarak geçiren ve bütün eserlerini Türk uyruğuna geçtikten sonra yazan Murad Efendi, eserlerini Almanca da yazmış olsa yarı yarıya bir Türk yazarı sayılmalıdır düşüncesindeyim.”

Whatsapp Image 2024 03 08 At 18.48.54 (3)

“Osmanlıyı tanıyan saygı duyar”

Türkische Skizzen (Türkiye Manzaraları) Murad Efendi’nin 1877’de Leipzig’de iki cilt halinde yayınlanan Almanca kitabının adıdır. 2007 yılında Türkçeye çevrilen gezi notlarının İstanbul’la ilgili kısmından birkaç enstantaneyi paylaşmak isterim.

Önsöz’de kitabının ilginçlik denizinden bir avuç suyu yüzümüze şöyle sıçratır Osmanlılaşmış olan Avusturyalı yazar:

“Özel zorunluluklar bu Avusturyalıyı, yani Alman Şarklısını Osmanlı’nın yapısını tanımayı, onların hayatını yaşamayı ve daha gençlik çağlarında onların düşünce ve izlenimlerini Alman gözüyle yazma imkânına kavuşturdu. […] Almanya’da, hatta Avrupa’da çok az tanınan veya eksik ve yanlış tanınan Osmanlılığı daha gerçekçi ve genel çizgilerle yakına getirmeye çalıştım. […] Burada şu veya bu şekilde temas haline geldiğim olayları ve insanları değil, hayır, aralarında bizzat yaşadığım insanları anlattım. Bu amaca az çok yaklaşabildiysem ve öyle ya da böyle ortaya çıkan bir yanılgıyı düzeltebildiysem, yahut az tanınan ve bilerek tanımak istenmeyen Osmanlı toplumu hakkında gerçeğe daha uygun bir imaj verebildiysem, bu kitabı tamamen yararsız saymayacağım. […] Osmanlıları tanıyan onlara saygı duyar, bazen onlara kızsa bile.”

Bizi tanımaya gayret eden bir Avusturyalı böyle diyor da, içimizdeki ‘Avusturyalılar’ın atalarına ne denli ağır saygısızlıklarda bulunduklarını, hakaret ve küfür ettiklerini içimiz kanayarak hatırlıyor ve bunu, iyi niyetimizi muhafaza ederek Osmanlı’yı bir Avusturyalı kadar olsun tanıma zahmetine katlanmadıklarına yani zihin tembelliklerine yormak istiyoruz.

İstanbul: Kâinatın süsü

İstanbul’da iklim ve özellikle Boğaziçi, Murad Efendi’nin aklını başından almıştır. Boğaziçini “Osmanlıların sonsuz hazzı, kâinatın süsü” diye niteler. Ona göre Ekim ayında Boğaziçi tam bir bayram havası yaşar. Oysa Viyana’nın  iklimi bu aylarda çoktan soğumuştur. İstanbul ne Avrupa gibi soğuk, ne de Afrika gibi sıcak bir iklime sahiptir. Dolayısıyla düşüncenin enerjik çalışması ve derinleşme sağlanmasının, hatta hayal oyunlarının İstanbul’da canlı olmasının yegâne sebebi bu ılıman iklimidir.

Nitekim bu ılıman iklimin eseri olan canlılık sokaklara kadar taşmakta değil midir? Çarşıya ve devlet dairelerine giden ana yollarda, der, canlı bir hareket hüküm sürüyor, çok az Avrupa şehrinde görülebilecek renkli bir hayattır burada yaşanan. Buna rağmen insanların sakin ve huzurlu bir hayat sürüyor olmaları da dikkatini çekecektir. Canlılık vardır ama bu asla bir şamataya dönüşmez. Çünkü sıradan insanlar bile Avrupa’da ancak soylular arasında görülebilecek bir ‘izzet-i nefs’e sahiptir İstanbul’da.

Ve gündemimizde olan sokak köpekleri… Ah o eski İstanbul köpekleri ne kadar da şanslıdır!.. İşte Eyüp semti ve yüzlerce sahipsiz köpek, mahalle sakinleri tarafından bir güzel bakılıp beslenmektedir. Her ev bu sahipsiz köpeklerin beslenmesine kendi imkânları ölçüsünde bir katkı sağlar; hatta sokaklar köpekler için adeta bir yuva olmuştur.

Hem yalnız köpekler değil, kırlangıçlar da Türklerin bakımına ihtimam gösterdiği hayvanlardandır. Zaten her evin çatısında bir kırlangıç yuvası görülür. Zira insanlar kırlangıçların yangınları önlediğine inanırmış.

Murad Efendi’nin dikkatini ister istemez Osmanlıların yabancılara gösterdiği hoşgörü çekecektir. Pera, yani Galata-Beyoğlu taraflarında yaşayan Alman kolonisinin sanki kendi memleketlerinde imişcesine rahat ve kendi hayatlarını yaşamakta oluşlarına pek bir hayret eder. Burada o kadar farklı din ve milletten, o kadar ayrı gayelerle bir araya toplanmış insan bulmak mümkündür ki, bunlardan bir demet bile yeter renkliliği anlatmaya:

Kralını arayan bir Polonyalı; tahttan düşen bir İspanyol; medeniyet getirmek için gelmiş bir Parisli; proje yürüten bir İngiliz; bir turist ve antik çağ araştırmacısı; kendine bakacak bir paşa arayan dul albay eşi; seyahat halindeki bir tiyatro sanatçısı; harabelere meraklı bir hanımefendi; Amerika’daki Boston şehrinden din değiştireceklerin kokusunu alan bir misyoner… Böylece Pera tam bir ‘kavimler mozayiği’dir.

Beyoğlu yakası böyle olur da, Müslüman İstanbul ondan aşağı kalır mı? İşte Murad Efendi oruçla mest olmuş bir Ramazan ayında sur içinde parlak dişli zencilerin, kahverengi tenli Berberilerin, Hintlilerin, Kafkasyalıların, hatta Semerkand ve Buhara’dan gelen Moğol tipli, yani çekik gözlü insanların Halife’nin şehrini doldurduklarını gözlemleyecektir.

Whatsapp Image 2024 03 08 At 18.48.54 (1)

Yeni gözler, yeni kapılar

Bir merakın ardına düşerek Osmanlı saflarına katılan Franz von Werner’in Murad Efendi haline gelmesinin kendisine kazandırdığı pırıl pırıl iki yeni gözle bizlere baktığında neler gördüğünü birkaç yumuşak kesit halinde yansıtmaya çalıştım. Amacım, tek yanlı ve düşmanlık dolu bakışların birbirimizi anlama imkânını nasıl elimizden aldığını, gerçekten merak eden ve anlamak isteyen diyaloğa açık insanların kültürlerinden kaynaklanan engeller ve kültürel tutsaklıkları aşmak yolunda gösterdikleri başarıyı Türk olmuş bir Avusturyalı üzerinden sergilemekti.

Son sözleri Murad Efendi’ye bırakırken, her iki dünyayı içinden tanıma şansına erişmiş olan bu şanslı insanın karşılaştırma yöntemine ilişkin bir fikir vermek istiyorum:

“Akdeniz limanlarında Avrupa’nın elit tabakasıyla asla temas kurmayan Osmanlı denizcisi “Avrupalıyı pis, kaba ve dolandırıcı insanlar ve örtünmeyen kadını ise bütün utanmazlıkların timsali” olarak anlatır ve iddia eder: (Osmanlıya göre) Frenk haça ve çeşitli resimlere tapar, kedi, fare ve tarla fareleriyle beslenir, edep ve terbiyeden yoksun bir kişidir. […] Aynı şekilde Avrupalı da Osmanlıyı kaba, düşüncesiz, tembel bir şehvet düşkünü ve Türk kadınını da hiçbir işe yaramayan oyuncak bebek olarak görür.”

Bu önyargı duvarının arkasına geçip gerçek yüzleri tanımamız gerekmez mi?

Not: Yazıda Mehmet Uysal’ın doktora tezinin kitaplaşmış şekli olan Avusturyalı Murad Efendi: Biyografisi ve Türkiye Seyahatnamesi adlı çalışması (Fakülte Kitabevi, Isparta 2004) ile Özdemir Nutku’nun “Meçhul diplomat yazar Viyanalı Murad Efendi” başlıklı makalesinden yararlanılmıştır (Meydan, Sayı 104, 10 Ocak 1967, s. 13.) 2019’da kaybettiğimiz Nutku makalesine son şeklini Türkler adlı ansiklopedide vermişti (c. 15, Ank. 2002, s. 497-501).