On dokuzuncu yüzyılın en büyük askerlerinden, Prusya, devletinden Alman Milli Birliği`ni ve Avrupa`nın en büyük 'Kara İmparatorluğu`nu kuran, seri savaşların gerçek hazırlayıcısı Feldmareşal Graf Helmuth Bernhard Moltke, otuz beş yaşında gençbir kurmay yüzbaşısı iken, Osmanlı ordusunda  müşavirlik hizmetinde bulundu.

İkinci Sultan Mahmud, Benderli Ali Paşa`ya: 'Paşa, şu Alman zabiti gibi on kumandanım olsa; ' diye Moltke`ye karşı hayranlığını dile getirmişti.

Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, 1835 İkinci Mahmut un Osmanlı ordusunu yenilerken, orduyu eğitmesi için Almanya dan davet etti Moltke`yi.

Osmanlı topraklarında dört sene sekiz ay on altı gün kaldı.

Türkleri ve Türklüğü öylesine sevmişti ki, öldüğü 1891`e kadar üçdefa geldi kaldı Osmanlı topraklarında. Kırım Harbi (1854) sırasında Prusya, tarafsızlığını muhafaza ettiği halde, Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa`ya taktik ve bilgisiyle yardımda bulundu.  Prusya veliahdı Prens Frederik`in yaveri iken beraberce Roma`ya geldikleri zaman (1856), on beş günlük iznini bir seyyah olarak, İstanbul`a gelerek geçirdi.

Osmanlı köy yaşantısı, kent yaşantısı, bölgeler arasındaki farklılıklar, askeri yöntem, disiplin, yönetim ve insanımız hakkında gözlemler yapar ve bunları kaleme alır. Bu sayede Moltke, Sultan II. Mahmut döneminin siyasî , askeri ve günlük yaşamına dair çok önemli ve değerli bilgileri bize ulaştırır.

Alman-Fransız Savaşı`nda (1870-71), Almanlar, zaferi, Moltke`nin hazırladığı cüretkar ve yıldırım harbini, o zaman tatbik edilen planı ile kazanmışlardı. Moltke diyordu ki: 'Benim taarruz planımı müdafaada durdurabilecek tek bir miller var: Türk`ler. Eğer karşımda, düşman olarak, Fransız`lar yerine Türkler olsaydı, bu planı zaten düşünmez ve tatbik etmezdim.'

Biz böylesine seven ve fikirleri o gün de, bugün de dünya çapında bir 'değer' olan bir insanın hakkımızdaki dedikleri kulak verelim.

Tez canlılar

Moltke:

'Mevkii ne olursa olsun, bütün Türkler`de müşterek bir taraf var: İşin en çabuk olanını seçmek; Uzun vadeli, uzun zahmetli emek isteyen iş, Türkleri pek memnun etmiyor. Yeniçeri Ocağı denilen ve memleketin içinde bulunduğu zorlukların başlıca sebebi olan bu isyan yuvasını temizlemiş olan Padişah İkinci Sultan Mahmud, benden, çok saydığı ve uğurda öldürülmüş ve amcası üçüncü Selim`in kurduğu Yeni Ordu`yu nasıl ıslak edeceğini sorduğu zaman, şevk ve ümitle işe koyulmuş, üçayrı plan hazırlamıştım. Padişah`ın huzurunda bunları izah ettim. Derin ve manalı bakışlı, çok kibar ve tarif edilemeyecek kadar asil olan Padişah benim üçüncü planım olduğunu öğrenince, safiyet ve alışkanlıkla dedi ki:

'En kısa zamanda hangisi tahakkuk edecekse (gerçekleşecekse) onu anlatınız.'

'Asker ve sivil diğer ileri gelenler de aynı felsefe içinde idiler. Evvela en çabuk olacak sonra, bu kısa zaman isteyen emek, Allah`ın yardımına ve lütfuna terkedilecek, inşallah denilecek, olup biten, umulan ve beklenenden çok daha yetersiz olsa bile, şükür ve minnet duygusu olarak maşallah sözü ile son bulacaktı. Aslında bu hislerin ve fikirlerin kolayca kullanılarak esas kıymetini kaybetmiş olmasından başka bir şey değildi.

  'Osmanlı ülkesinde kaldığım seneler içinde çok, pek çok insanla tanıştım. Savaş boylarında beraber bulundum. Senelerim onlarla aynı çatı altında geçti. Esas fikirlerde prensiplerde ise, Türklerin, İslamiyet`ten aldıkları bu düşüncelerin, ne yazık ki, Müslümanlıkta yeri yoktu. Hakiki din adamları, bana, Müslümanlığa temel felsefesinin daima çalışmak, zor fakat şerefli işleri tercih etmek, beşikten mezara kadar ilmi takip etmek, bilhassa, hayatın değişen şartları ile hükümleri değiştirmek gibi hiçbir dinde bulunmayan hayatiyet ve müsamaha olduğunu söyledikleri zaman, hayret ve teessür içinde kaldım. Artık Türkiye`de ne gördü isem bu kolay ve çabuk inanışına bağlar olmuştum.

'Anadolu`nun hemen hemen her tarafında ceviz` denilen çok besleyici, yenilişi hoş, tazesi mevsiminde, kurusu bütün yıl bulunabilen bir meyve vardır. Yaprakları hoş kokar. Ağaçları heybetlidir. Bazı yerlerde orman halinde mevcuttu, bazı yerlerde nadirdi, bazı yerlerde yoktu. Halbuki, hemen hemen her iklimde yetişebilirdi zannediyorum. Bunu, neden yetiştirmediklerini sordum. Bana dediler ki: 'Bizim bir inancımız vardır. Ceviz ağacını kim kendi eli ile dikerse, cevizini yemeden ölür. Onun için, cevizi, olgun halinde dallarından kopararak, yüksek yerlerden yere atıp kıran ve içini yiyen kargalar yetiştirirler. Kargaların yere attıkları cevizler, zamanla filizlenir ve ağaçolurlar. Yoksa, biz kendimiz ceviz ağacı yetiştirmeyiz.'

Bu izah beni tatmin etmemişti. Türkler için asla değiştirmediğim o kolay ve çabuk prensibini şu ceviz ağacı misalinde de aradım ve buldum: Evet, fidan olarak yetiştirilmesinden ağaçsafhasına, yani mahsül verme zamanına kadar çok beklenmesi icap eden bir ağaçtı. Bir kere büyüdü mü, nesil boyu mahsül verirdi, ama geçbüyüyordu. Türkler ise ceviz yemek için uzun zaman beklemeye tahammüllü değildiler. Bunu açıkça söylememek ve belli etmemek için de, pek alıştıkları şekilde, bir garip inanca tahammülsüzlüklerini bağlamışlar, avunup gidiyorlardı. Zeytin için de düşünceleri aynı idi. '

Asi evlatlara bekçilik yapmak

'Osmanlı İmparatorluğu uçsuz bucaksız ülkeler üzerinde, insan hafızasının güçmuhafaza edeceği ırk, din, milliyet, renk, düşünce, görgü, inanç, sevgi farkları olan halkın yaşadığı bir Babil Kulesi`dir. Türkler, bu karmakarışık insan yığınları arasında, kendilerini, onların koruyucusu ve bekçisi, bir taraftan da, bu vazife ile efendisi olarak saymanın duyguları içinde idiler. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde, esas hakim milletten gayrısı, Osmanlı devletinde olduğu kadar hür ve serbest değillerdir. Bunların İslam olmayanları askere gitmezler, vatan müdafaasında vazife almazlar, istedikleri işleri yaparlar sadece vergi verirler. Cizye adını taşıyan bu vergi de çok zaman adil ve insaflıdır.

'Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa emrine ve fermanına bağlı olmasın icab eden Padişah`a karşı ayaklanıp, orduları ile Nizib`e kadar ilerlediği zaman, benim kendisine müşavirlik yaptığım ordu kumandanı Hafız Paşa, Mısır askerine karşı kin beslemiyor, bir babanın asi evlatlarına karşı duyabileceği kırgınlık, hatta hayret hissi içinde bulunuyordu. Bir gün hatalarını anlayacaklardı. Mısır`ın asi kuvvetleri Kütahya`ya kadar geldikleri zaman bile, Osmanlı kumandanı, bu masum hissini muhafaza etti.'

Zaman değişiyor, ama Türkler;

'Türklere bir yeniliği doğrudan doğruya anlatmak, ve ondan mahrum kalırlarsa zarar göreceklerini söylemek, onların gururunu kırıyordu. Bu yeniliğin fazilet ve iyiliğini kavramış olma hakkını onlara bırakmak lazımdı. Bir yeni topu, talim meydanına tesadüf gibi bırakmak, onların, onunla meşgul olduklarına dikkat etmemek, hatta görmemek, sonra yanlarına yaklaşıp bir dost hüviyeti içinde beraberce tetkik edip öğrenmeleri şart olanları kendi kendinize yapıyormuş gibi tekrarlamak icab ediyordu. Bu, yakın zamanlara kadar cihana hakim olmuş, ve bu gururu muhafaza etmekte olan bir millete, kendisinin kıymet ölçülerinin değiştiğini açıkça söylemek sureti ile onları haysiyetini zedelemeden anlamak yolu idi. Fakat zaman durmadan yürüyor, ve Türkler, bu hislerinin zebunu (zayıf, güçsüz, aciz) olarak durmadan geri kalıyorlardı.

Bana, Türklerin esas yapısının ne olduğunu soranlara şu cevabı verebilirim: Sabır, misafirperverlik, vefa; Türkler, hiçbir başka milletin göstermeyeceği kadar derin ve köklü sabır duygularına sahiptiler. Bu, münhasırın (sadece, sadece) Müslümanlığın verdiği his değildir. Mesela, Araplar asla sabırlı değildirler.

'Türklerin ikinci umumi hasleti (huy, ahlak, yaradılıştan olan tabiat) misafirperverlikleridir. Birkaçkulübeden ibaret köylerde, erkeği olmayan kadınlar bile, gelenin, kendi ifadeleri ile Tanrı misafiri olduğunu anladıkları zaman, yoksulluklarını saklayabilmek için güler yüzle kapıyı açıyorlar, neleri varsa ortaya koyuyorlardı. Bu, misafir olunan evin mevcudunu olduğu kadar, köyde en varlıklı kimselerin köşe bucakta nesi varsa, konuğun geldiği eve taşınmasına yol açıyordu. Kendilerine gösterilen en küçük alakaya minnet duymak ve unutmamak, benim, Türklerde gördüğüm başlıca vasıftı.'

'Türkler hayırseverliklerini hayvanlara karşı bile gösterirler. Ü sküdar da bir kedi hastanesi bulursun, Beyazıt Camiinin avlusunda da güvercinler için bakım yeri vardır' diyen Moltke, çok önemli bir noktaya dikkat çeker: 

'Bir zamanlar o adar kuvvetli olan devlet bünyesinin dış uzuvları kurumuş, bütün hayat kalbine çekilmiştir. Başşehrin sokaklarındaki bir ayaklanma osmanlı hükümdarlığının ölüm alayı olabilir. Bu devlet, düşüşü sırasında durabilir ve kendi organik tarzda yenileyebilir mi, yoksa Müslüman &ndash Bizans İmparatorluğu na da Hristiyan- Bizans İmparatorluğu gibi kendi malî idaresi yüzünden mahvolmak mukadder midir, bunu istikbal gösterecektir. Fakat Avrupa nın huzurunu tehdit eden şey, yabancı bir devlet tarafından Türkiye nin zaptı olmaktan ziyade bu imparatorluğun son derece büyük zaafı ve kendi içinden çökmesidir'.