İsa Akgül, 1961 yılında Eskişehir ili Mihalıççık ilçesi Gürleyik köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta eğitimini Eskişehir-Beylikova ilçesinde tamamlayıp, 1977-1978 yılında İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden, 1982’de de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmenlik ve idarecilik yaptı. 2004-2014 yılları arasında, Eskişehir- Odunpazarı Belediyesi Basın ve Yayın Halkla İlişkiler müdürlüğünü üstlendi. 2014 yılında emekli oldu. 
Emekli eğitimci, şair, yazar İsa Akgül ile Üsküdar Kitap Fuarı üzerinden hayata dair yaptığımız söyleşiyi siz değerli okurlarımızın ilgisine sunuyoruz: 

Whatsapp Görsel 2024 03 03 Saat 14.02.40 03E37024

“Zaman nefesli… Mekân hareketli… Ve yaşanan ilkler…” Üsküdar Kitap Fuarı haftasını geride bırakırken bir yazar olarak değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? 

Kitap fuarlarını önemserim. Önemsememin de iki ana nedeni var. Birincisi biz 60 kuşağı olduğumuz için, yeni çıkan kitapların matbaa kokusunu, mürekkep kokusunu ya da kitabın kendine has olan kokusunu tatmak istediğimiz için önemserim. İkincisi de eserlerini okuduğumuz ama tanımadığımız ya da tanıdığımız ama eseri ile buluşmadığımız yazar, çizer, şair dostlarla bir araya gelmek, varsa büyüklerimizle karşılaşmak esas kitap fuarlarını ziyaret edişim budur. Ama bu seferki kitap fuarında, ilk girişte kendimi bir boğulmuşluk hissettim. Nedenini ilk planda çözemedim. İmza programım bittikten sonra biraz dolaştığımda kitap fuarlarının artık kitapları alma değil, özellikle kitap okumak için fuarları bekleyip ekonomik koşullarda alamadığını gördüm bu beni üzdü. Belki günün şartlarına göre normal olabilir ama her ne olursa olsun kitapların eski yeni ayrımı yapmıyorum çok pahalı olduğunu, gözlemlerim sonucunda da çoğu insanların kitaplara dokunup fiyatlarını öğrenince geriye gittiğini gördüm, yaşadım. Organizasyon güzeldi. Önceki fuarlarda aldığım hazzı bu sefer alamadım. Alım gücünün düşük olduğunu gözlemlemek beni üzdü.  Güzel dostlarla karşılaşmak nasip oldu. Fuarlar kurulma amacından çıkıp ticari amaca dönüşmeye başlamış gibi gördüm maalesef. 

Whatsapp Görsel 2024 03 03 Saat 13.59.14 9504Ad45

“Günlerin Rengi” yazınıza atıfla imza gününüzün olduğu bir fuar gününün rengi hakkında neler söylemek istersiniz? 

Gökkuşağını çok severim. Ama şunu baştan söyleyeyim gökkuşağının oluşması için rahmet bulutunun toprakla buluşması gerekiyor. Rahmet bulutu toprakla buluşacak ki arkasından güneş doğacak ki gökkuşağı oluşsun. Gökkuşağının da renklerinin çeşitli olması o kadar sorun değil kişinin hâli o gökkuşağından kendi rengini bulup ve bütün gökkuşağını renkli kılar. Bu noktadan baktığımız zaman, beyaz renk ve yeşil renk benim için önemlidir. Siyah önemsiz mi aslında siyah tüm renklerin anasıdır, gözüdür. Onun için de beyaz da vardır, yeşil de vardır, tüm renkler vardır. Kitap fuarına dönecek olursak okuyucuların renkleri flu bunu isterseniz şöyle açıklayalım; bir alıp almamak da kararsızlık, iki kitaplara dokunup dokunmamak da kararsızlık, üç fuarı o gün bir boş vaktini değerlendirme, tur atma, gezme bu yönden bakarsan flu. Ama bir de bunun beyaz olanı var. Onlar da neyi aradığını bilen, hangi alandaki kitabı okunacağını hisseden ve o kitapla ilgili edinilmesi gereken açıklamaları edinen ve sonunda da kitabın ona göz kırpmasıyla o kitabı alıp giden. Bunlara beyaz renk diyorum. Benim açımdan rengi neydi siyah ile beyaz arasında gidip gelme ama hiç flu olmadı. Diğer renkler oldu mu olmadı. Fuarın bitişinde çıkarken rengim beyazdı. Okurların gözlerine bakmak,  gözlerindeki iletişimi, söylenemeyen kelimeleri alıp sesli hâle getirebilmek. Gençler,  kendi kuşağım, her yaş kesiminden  kitaplarıma teveccüh görmek, muhabbet etmek beyaz renktir. Ferahtım, neşeliydim, keyifliydim. 

Whatsapp Görsel 2024 03 03 Saat 13.59.15 043A43B7

Gençliğin kitabını okuyabiliyor muyuz? 

Bu öyle bir soru ki, öyle bir soru ki ben bunu kendi açımdan değerlendireyim, başkaları adına cevap vermeyeyim. Şu anda gençliği kimse okuyamıyor. Kendi adıma bütünüyle okuduğumu zannetmiyorum. Bir gencin A’dan Z’ye kadar bütünüyle okuyup önüme bir tabağın içerisinde ikram etme gibi bir durum yok. Parça okuma var. Her kalem gençliğin bir parçasını görüyor. Ama üzüldüğüm nokta farklı parçaların da birbiri ile bağlantısı yok, birbirinden kopuk. Genç de şunu yapıyor, bir parçayı alıyor, öbür parçayı alıyor okuyor ama parçaları bütünleştirme durumuna giremiyor. Giremeyince de yapmış olduğu işlemin, eylemin ya da fiilin boş olduğunu kabul ediyor ve ondan sonra da bulunduğu sandalyeden kalkıp, alternatif sandalyelere oturmayı tercih ediyor. Şu anda gençliği bütünüyle okuma yok.

Yürek

Bu bağlamda asıl sorun ne? 

Asıl sorun şu; çocuk anne rahminden başlayan altı yaşına kadar devam eden sürede bütün fotoğrafları çeker, hafızaya kaydeder. Pekâlâ, kulağının duyduğu sesleri onu da teybe alır, hafızaya kaydeder. Altı yaşından sonra eğitim dönemi diyoruz ya başladığı zaman çocuk hayatta karşılaştığı o fotoğrafla aynı karenin fotoğrafını beyninde aramaya başlar, bulur. Fakat iki fotoğraf birbiriyle örtüşmeyince bu sefer çatışma olur. Biz buna, “benim çocuğum çok stresli, benim çocuğum isyankâr” diyoruz. Ses ve fotoğraflar birbirine uygun, uyumlu olursa şunu söylüyoruz “Benim çocuğum o kadar olgun ki sanki 60 yıl yaşamış da geri küçülmüş” diyoruz. Aslında bu değil çocuğun sadece ilk altı yaşı ile sonraki yılları arasındaki uyumdur. Bu noktadan baktığımız zaman, eğer bugün gençliğimizde bir isyankârlık var ise, sandalyeler arasında cirit atma var ise, sabit bir sandalyeyi tercih edemiyorsa ya da tercih ettiği sandalye kendisini hem içsel yolculuğunda hem de sosyal ilişkilerde ya da etik boyutunda yıpratıyorsa, yok ediyorsa, gençliğini bitiriyorsa… Sonuç: Dilin söylediğini dil zihnin düşündüğünü söylemiyor, zihin düşündüğünü kalbe attıramıyor, yani üç tanesi kalp ayrı ötüyor zihin beyin ayrı ötüyor, dil ayrı ötüyor, bir de dördüncü ilave edeyim buna o dil ve beynin zihnin kalbin olduğu vücut organları da ayrı telden çalıyor. Hiçbir şey birbirine uyum sağlamıyor. Kişi yapmadığını yapmış gibi ortaya koyuyor, kişi söylemediğini söylemiş gibi ortaya koyuyor, uyumsuzluk buradan başlıyor. Şimdiki gençlik bunu çok güzel fark ediyor ve o nedenle de gençlik üzerinde parçalar dâhi olsa etki olmuyor. Tek mesele bu. Yani niyetin, dilin ve fiillerin aynı doğrultuda olmaması hatta paralel bile olmaması, bu uyumsuzluk gençliği bitiriyor. Bu yüzden zaten biz düşünsel okumayı yapamıyoruz, parçalar okuması yapabiliyoruz. 

Bir eğitimci ve yazar olarak fuarlardaki gözlemlerinizden hareketle gençliği nasıl görüyorsunuz? 

Fuara gelen gençlik belirli bir kesim. Fuara gelen gençliğin tümü Y kuşağı, X kuşağı veya XY kuşağının tümünü temsil etmez. Şunu söyleyebilirim gelen gençler yüzde bir ise nasıl görüyorum diye düşünürsek; yarası ile yar olan görmedim, dert edinme olayını görmedim, sadece şunu gördüm gençliğin vermiş olduğu ve cıvıltı ile bir şeyleri çözebilme gayretinin sanki boş bir şey değil de bazen gerekli bazen gereksiz ikilem, arada kalma var ya bunu yapsam da olur yapmasam da, okusam da olur okumasam da, okuyup da ne yapacağım gibi gençlik “Arafta”. Bunun yanında hiç mi mükemmelliğe doğru adım atan yok; var. İdol olarak kabul edilen insanların yaşamları ile yazdıklarının birbiri ile uymaması genç bunu öğrendiği zaman,  ters tepiyor. Benim idolüm bunu yaparsa ben nasıl bunu uygulayabilirim soruları ile karşı karşıya geliyor. Bu pencereden baktığım zaman da gençliğin hiçbir günahı yok. Nasıl toprağı çapalarsan, nasıl tohum ekersen, nasıl gübreye suyu verirsen meyveyi de öyle alırsın. Gençlerin önünde ulaşabilecekleri model yok.  Sezai Karakoç benim beslenme kaynağım ama bir daha Sezai Karakoç gibi biri yok. Bunu fikirleri, yazıları anlamında söylemiyorum. Sezai Karakoç’un hâl dilini, yaşamını söylüyorum. Herkes ödül peşinde koşarken ödülleri reddetti. Söylediği ile yaptığı bir, etkisi devam ediyor mu hâlen devam ediyor. 

 
“Yarayı unutmak alarm hâlidir” diyorsunuz, insan yarasına nasıl yar olur? 

Yarayı iyi bilmek gerekiyor. Yara lale mi, yara gül mü, yara papatya mı, yara ayçiçeği mi yoksa yara plastik saksılardaki menekşeler mi, toprakta biten envai çeşit çiçekler içerisinde bir çiçek mi? Yara sınırlı mı, sınırsız mı? Yara başlangıçlı mı, sonlu mu? Aslında yara dert edinmektir. Kabullenmektir. Benimsemektir, benimsediğini bütünü ile artı ve eksileri ile özümsemektir. Dik duruştur. Yolda yürürken dönemeçlerde ya da zikzaklarda ya da esen lodoslarda savrulmamadır. Yürürken yol üzerinde çakıl taşlarında, dikenlerde, tozda ve çamurlarda ayağını koruyabilmektir. Yara gönlü tek sahibi olana yüreği kapıyı açıp tekrar kapatmaktır. Yara anahtarı olmayan bir kilittir ya da anahtarı olup, anahtarı sonsuzluğa atılan bir kilittir. Yara mum değil, için için yanmaktır, ama bu yanma alevsiz, dumansız, issiz, lekesiz yanmadır. Yara nurlu bir nüvedir kabuk bağlamaz. Yaranın dili vardır onun dilini ancak onun dilinden anlayan okuyabilir, duyabilir, hissedebilir. Yara lâl olmuş bir hâldir, sükûnet bir hâldir. Yara hiçbir zaman dalgalarda boğulmayı, kasırgalarda savrulmayı, yürek depremlerinde enkazın altında kalmayı sağlamaz. Her dalga onu bir basamak yukarı çıkartır. Görünmeyen semada, görünmeyen enginlikte ya da görünüp de ulaşılmayan mavilikte yürek kanatlarıyla yol alabilmektir. Yara öze ulaşmaktır, öz ile hemhal olmaktır. Gül goncalıktan güle geçerken o yaprağın her açılışında ayrı ayrı renk tonları vardır. Bu renk tonlarının da yüklü ayrı ayrı harfleri, kelimeleri, dilleri vardır. Gül ne zaman boyun büker, artık tüm renkleri alır, olgunlaşır onu verene boynunu büker. Yara verene boyun bükmektir. Ben Sen’de yok oldum, ben yokum Sen varsın, her şey Sen’sin ve her şeyde ben Sen’i bilirim. Yaranın özü bu. 

Beyin nasırlaşır mı? 

Beyin nasırlaşır. Siz bunu iyi bilirsiniz kalem tutan parmakların kalem tuttuğu yerde şöyle bir nasır olur. Bu çalışma nasırıdır. Köydeki annelerimizin ellerine bakın, o toprakla hemhal olanların, çapanın tuttuğu yerler nasırdır. Dedelerimizin, babalarımızın tırpan tuttuğu yerler nasırdır. Bunlar emeğin nasırlarıdır, değerlidir. Ama beynin nasırlaşması böyle değil. Çünkü çalışan beyin nasır tutmaz. Çalışmayan beyin nasırlaşır. Nasırlaşan beyin de üretmez, düşünmez, başkasına tabi olur, bilmeden, araştırmadan, analiz etmeden başkasının sözlerini hiçbir kaynağa da başvurmadan doğru olarak kabul eder. Buna bir tabir daha ekleyelim mi, süngerleşmiş beyinler diyelim. Süngere hangi suyu verirsen ver, iyidir, kötüdür, temizdir, pistir demez alır tüm suyu emer. Nasırlaşan beynin bir özelliği de süngerleşmiş beyindir. Egolu beyinler de nasırlaşmış beynin parçasıdır. Bir beyinde nasır varsa arkası süngerleşir, ondan da hayır gelmez. İdollerimizin beyinleri nasırlı mı? Kişi kendine bakmalı, biz aynaya bakmayı ihmal ettik. Aynaya bakıyoruz ama kendimizdeki noksanlığı görmüyoruz. İç ayna zaten yok. Senin idol aynanın sırları dökülmüşse, çizik çizik olmuşsa sen düzgün de olsan baktığında suratının bir kısmını görmeyeceksin. Her nasırlaşan beynin aynasını simleri dökülmüştür. Sağlam bir aynaya sahip olan beyin nasırlaşmaz. 

Bu noktada gençlere tavsiyeniz? 

Bilinçli okumak. Okudukları kitapların yazarlarını tanımalıdır, yazdıkları ile yaşadıkları uyumlu mu bunu bir defa çözmeleri gerekir. Analiz yaparak, araştırarak, sorgulayarak okumalar yapıp sonra kabullenmek.