Ayak altına düşer, çiğnenir kaygısıyla paralardaki kelime-i şehadet yazılarını kaldırtan bir hükümdardı. Hint Yarımadası`nda 1526- 1857 yılları arasında hükümranlık eden Türk-Moğol İmparatorluğu`nda en uzun saltanat süren Evrengzib uzun bir hayat yaşadı. Babası 1657 de hastalanınca veliaht atanan Hindu yanlısı ağabeyi Dara Şükuh ile taht kavgasına girdi ve yenerek 1659 da Muhiddin birinci Alemgir ünvanıyla tahta çıktı. İyileşen babasını da göz hapsinde tuttu. Ü lkede huzur ve sükunu sağladı. Zulüm ve kötülüklere, sapıklıklara son verdi. Ateşe tapan Mecusilerin bayramı olan nevruz ve mihrican günlerinin kutlanmasını yasakladı. İslamiyet`te olmayan seksen çeşit vergiyi kaldırarak halkın gönlünü aldı. Ölümünden sekiz gün sonra oğlu Azam Şah`a yazdığı mektup, zaferler mücadelesi içinde geçen uzun hayatının son sesidir. Bu, öyle bir ses ki, hayattaki mevkileri ne olursa olsun, herkesi düşündürmeye yarar. İşte bu ibretlik mektubun metni:

Afiyette ol; Sağlıcakla kal; Gönlüm sana yakın, gözlerim, iyiliğin için senin üstündedir. İhtiyarlık geldi, bedenimin gücü aldı, götürdü. Gözlerim az görüyor. Fakat zayıflayan her organımın kaybını, düşünce ve gönlümü, insanların hayrı duyguları ile tamamlıyorum. Oğul, oğul, bu, ihtiyarlık çağının hem teselli hem mükafatıdır. Cennet denilen inanış, insanların, dünyadan ellerini çekme çağında, bu içrahatlığı duygusudur. Ne mutlu onun tesellisi içinde gözlerini kapayanlara!

Bu dünyaya bir garip yabancı olarak geldim. Yine garip olarak gidiyorum. Ne olduğumu bilmiyorum, nereye gittiğimi de; Saltanat, zafer, kudret yıllarının ardında ne kaldı? Şimdi, terazinin kefesinde iki varlık var: İşlenen iyilikler, önlenemeyen suçlar. Hangisi ağır basarsa ömrün mizanı (terazi, tartı) işte bu tartı, oğul. Rahmet de, lanet de terazinin iki kefesinde ağır basan iyilikler ve kötülüklerin mizanı; Kudret zamanında şefkatli mi idin, affetmesini bildin mi, karşındaki suçlu olsa da onu müsamahanın okşamasına sarabildin mi? Hastaya şifa, aça azık, çıplağa çul, özlem içinde olana kavuşma bağlayabildin mi? Hakkı haksızdan ayırabildin mi? İşte terazinin hayır kefesine ağırlık olan bu, altından değerli, pırlantadan özge, zümrütten pahalı kıymetler bunlardır. O olgun başa sahip insan odur ki, bunların değerini can tenden çıkmak üzere iken değil, ölümün hazırlanmadığı delikanlılık çağından beri kafasına ve gönlüne ışık yapmış ola!

Ya terazinin keder kefesi? Evet, keder kefesi? Oğul, günah denen şey, sadece, gönülde duyulan kederdir. Bu keder, yukarıda saydığım iyi hizmetlerin yokluğundan doğar: Hoşgörülük, yerini kin ve intikama, müsamaha, yerini hiddete, hak yerini haksızlığa şefkat yerini kalpsizliğe bıraktı mı keder ağacı filizlenir. Vicdan rahatlığının dallarından nasıl ferahlık getiren meltemler eserse bu keder ağacından kopup gelen samyeli ruhun varlığını öylesine ateşle sarar ki, hiçbir kevser (cennet ırmaklarının kaynakları) onu söndüremez. Cehennem dediğimiz işte budur. Elindeki kudretini, az veya çok, hayır yerine şer için, iyilik yerine fenalık için kullanma kadersizliğine uğramış bedbahtın akıbeti;

Oğul işte bu hesaplaşma gününde, ömür terazisinin kefesine bakıyorum da, acı acı başımı sallıyorum: Devletin koruyucusu ve savunucusu olmuşum, ama hakkın ve adaletin hizmetkarı olduğumu nasıl söyleyebilirim? Eğer böyle olabilseydi, şu ihtiyarlık çağımda sana, 'Benim yolum üzerinde yürü oğlum' diyebilirdim! Heyhat!

Zamanın beyhude geçtiği endişesi yüreğimde şifasız bir illet halinde çöreklenmiş yatıyor: zaferler, genişletilmiş hudutlar, savaşlar, dudaklarımın arasından çıkan sözlerle bağışlanan veya son bulan haklar ve hayatlar; Şimdi hepsi birer efsane. Zaferlerimin kuru olduğundan endişeleniyorum. Eğer bu hisleri, kudretimin bitmez tükenmez gençlik ve iktidar çağında duyabilseydim, elbet de daha düşünceli, daha hassas olurdum. Haksızlığın ve müsamahasızlığın tortusundan daha çok çekinirdim. İnsanların en büyük zaafı nedir, bilir misin, oğlum? İnsanların gözleri, ne önünü ne ardını, ne de kendi içlerini görebiliyor. Hayatın devamlı olmadığını, ancak son nefesin bedenden çıkmak üzere olduğu anda idrak edebiliyoruz, ama Ömer Hayyam`ın dediği gibi, ölüm gemisi, hayat limanından demirini almış, duruyor.

Dinle, oğlum: Ölüm, istikbalden bir şey ümit edilmediği anda başlar. İnsan, kendi geleceğinin böylesine çaresizi iken, kalelerin ve beldelerin alamayacağı kalabalıkların yüklerini sırtlamak ne demektir? Gel, gör ki, bunun vebal korkusu ancak, bel iki büklüm, gözler fersiz kalınca düşünülüyor oluyor. O çoban, ne mutlu ki, eline çeşitli yollardan geçirdiği sürünün kendisine Allah emaneti olduğunu kavramış ola, ve kendisinden sonraki kudret sahibine gülen gözler ve aydın kalplerle ödemiş, çoğalmış, bereketlenmiş olarak teslim edebilme rahatına ere!

Bir padişah da Tanrı indinde, milletinin çobanıdır. Her mahluka nasip olacak hesap gününde Tanrı ona diyecek ki:

'Seni layık gördüğüm makama gerçek sahip olabildin mi? İbad-ullah`a (Allah`ın kullarına) hak ve adaletle muamele ettin mi? Hareketlerinde, bugünkü mukadder sualin muhatabı olacağı endişesi hakim oldu mu? Cevap ver!

İşte oğlum, her ikbal ve haşmet sahibinin büyük imtihan gününe hazırlan, şimdiden hazırlan. Ben, bu imtihanı vermek için Hakkın huzuruna gidiyorum. Hemşeriniz Hayat-ı Nisayı, Gül Çiçeği, Begüm Şen`i önce Allah`a, sonra size emanet ediyorum. Hasta anneniz, bana refakat etmek istiyor. Bu dünyaya arzumuzla mı geldik ki, istediğimiz zaman gidelim? Her şeye, hadiselere istikamet vermiş olan Yüce Kudret Sahibi`nin tayin ettiği an gelmeden yaprak kımıldamaz. Bize düşen, aklımızı ve gücümüzü hayra, iyiliğe kullanmak.

Sizi Hakka emanet ediyorum. Siz de Hak yolunda olunuz.