Bu makale 23 Ağustos 1947 tarihli Sanat ve Edebiyat Dergisi`nin 33-34. Sayılarında Fehmi Onger imzası ile yayınlanmıştır. Fehmi Onger`in, Fahir Onger olduğunu geçen hafta yayınlanan 'Kültür ve Propaganda' başlıklı yazının giriş paragrafından anlamaktayız. O yazıya bu makalesine vurgu yaparak başlamaktadır.

İki hafta süresince 'Sosyolog Bakışı' köşemizde yer vereceğimiz bu makalenin önümüzdeki hafta yayınlanacak bölümünde eğik ve koyu olan kısımları, ilk defa burada, Fahir Onger ve çalışmaları konusunda da çalışan değerli insan ve dost Dr. Hüseyin ÖZÇELEBİ ile işbirliği, bana göndermesi ve yayınlamama müsaade etmesi sonucunda yer alacaktır. Hüseyin Bey`in eriştiği Fahir Onger`in el yazısı metinlerinden hareketle makaleyi zenginleştiren bu kısımlarından dolayı kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Daha da önemlisi kısır, kıskançve hasis olan ilim dünyasında Hüseyin Bey`in kendi özgün emeğini benim paylaşmama müsaade etmesi takdire şayan bir davranıştır.

Fahir Önger`in Telif Hakları ve Sonuçlarını ele aldığı bu makalenin yaklaşık 75 yıl sonrası olan bugünlere bir mektup olduğunu düşünüyorum. Bu makalenin konunun önemi hakkında hukukçuların dışında yazılan derli toplu en eski makale olduğu kanaatindeyim. Hukukçuların sıkıcı ve sonuca varmaktan uzak metinlerinden farklı olarak pratikle ve kültür hayatının kalkınması ile ilgili bir metin olarak değerlendirilebilir.

Kuşkusuz değişen şartlar ve mevzuat karşısında makalenin bazı kısımları güncelliğini kaybetmiş olabilir. Ancak günümüz ile belli konularda da karşılaştırma yapmamıza imkan sağlayabilmektedir.

Bu notlarımızdan sonra Fahir ONGER`in, 75 yıl önce kaleme aldığı 'Telif Hakları ve Sonuçları' başlıklı makaleyi ilgi ve dikkatinize sunuyorum.

'Telif hakları meselesi, kültür hayatımızın gelişmesi bakımından üzerinde dikkatle durulması gereken bir mevzudur.

Telif haklarının tanınması ve korunması yolunda 90 yıldan beri yani İstibdattan Meşrutiyet`e ve oradan da Cumhuriyet`e kadar kat edilen merhaleler bilhassa hukuk bakımından büyük bir ehemmiyet arz eder. 30 yıl önce işe bir nizamname ile başlanmış, günden güne inkişaf eden neşriyat hayatı, bilhassa Cumhuriyet`ten sonra çok genişlemiş olan kültür ve yayım faaliyetlerimiz, eser sahiplerinin telif haklarını kanunlarla teminat altına almayı icap ettirmiştir. Bugün mevcut olan Hakkı Telif Kanunu`muz her ne kadar Meşrutiyet`ten sonra kabul edilmiş olan eski kanunun bir devamından ibaretse de, yeni bir Telif Hakları Kanunu yapılmasını lüzumlu kılacak zaruretler kendini göstermediğinden, bu husustaki ihtiyaçları karşılayabilmektedir. Adı geçen kanuna göre Türkiye`de telif hakkı 30 yıl için kabul edilmiştir. Tercüme hakkı ise ancak 15 yıldır. Başka biri namı hesabına çalışan bir yazar veya sanatçı, usulüne uygun bir hususi mukavele yapmadıkça hakkı telifini satmış kabul edilir.

Bunlara benzer hemen her mesele hakkında açık hükümler taşıyan Telif Hakları Kanunu`muz yanında Borçlar Kanunu`nun neşir mukavelesine dair hükümleri, Matbuat ve Ceza Kanunlarının ilgili maddeleri de yer almaktadır. Görülüyor ki yurt sınırları içinde müellifin hukuku devletçe himaye edilmektedir. Hiçşüphe yok ki bu vaziyet dahilinde zuhur etmesi muhtemel bilû mum iş meselelerinin halli de mümkün bir duruma girmiş bulunuyor.

Hukuki vaziyet böyle olmakla beraber kültür hayatımızda zamanla esaslı bazı meselelerin ortaya çıktığını görüyoruz. Çok çeşitli olan bu meseleler hareket noktalarından itibaren birbirine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Meselâ Avrupa çapında muharririn yetişmemesi, muharrirlik ve sanatkârlığın meslek halinde bir kazançve gelir membaı olamayışı, dünya ölçüsünde eserlerimizin bulunamayışı ve ele gelir gibi, nispeten bir kıymet taşıyan fikir ve sanat eserlerini dünya piyasasına arz edecek resmî veya hususi bir teşekkülün olmayışı nasıl izah edilebilir? Bunların topyekû n sanat ve kültür hayatımızda yarattığı buhranlar ne şekilde izale edilebilecek ve müellifinden nâşirine, nâşirinden satıcısına ve nihayet okuyucusuna kadar birbirleriyle karşılıklı münasebette bulunan bütün bu şahıslar arasındaki alâka ve alâkasızlık bağları nasıl ayarlanacaktır?

Bu kaba misal içinde bile meselenin çok etraflı bir mahiyet aldığı açıkça görülmektedir. İşte biz bugün telif haklarından bahsederken onun tarihî gelişme şartlarını değil, bu hayatî neticelerini ele alarak incelemek istiyoruz.

Beynelmilel Durum:

Kültür ve sanat eserlerinin bir memleketin hudutları içinde kapalı kalamayacağını tarihî bir hakikat olarak her zaman görmekteyiz. Bu eserlerin mahiyetlerinde mevcut bulunan beşerî olmak vasfı, onları bütün insanlığın faydalanabileceği bir duruma getirmiştir. Bu noktada milletlerin kendi hudutları içinde yürürlükte olan Hakkı Telif Hukukları kâfi gelmemiş, bunun dışında milletlerarası bir Hakkı Telif Müessesesi teşekkül etmiştir. Bern Konvansiyonu denilen bu teşekkül orta Avrupa devletlerinin iştirakiyle 9 Eylül 1886`da kararlaştırılmış, sonradan Berlin ve Roma`da değişikliğe uğrayarak son şeklini almıştır. Bern Konvansiyonuna göre himaye müddeti müellifin ölümünden sonra 50 yıl devam etmektedir. Bu müddet, anlaşmaya girmiş olan memleketlerin içhukuklarınca tesbit edilen müddetten daha uzundur. Fakat Bern Mukavelenamesi, anlaşmaya giren memleketleri kendi aralarında hususi anlaşmalar yapmakta serbest bırakmıştır.

Lozan Muahedesiyle Türkiye de bu antlaşma içine alındı. Aşağı yukarı bir asırdan beri garpla temasa geçmiş olan memleketimiz, Batı kültür ve sanat eserlerinden lâyıkı veçhile faydalanamamıştı. Böyle bir anlaşmaya katılmak için oraya dahil ileri memleketlerle boy ölçüşebilecek eserlerimiz yoktu. Bunun için onlar bizden değil, biz onlardan faydalanmak zorundaydık. Garp memleketlerinde suretpezir olan terakkiyatı edebiye ve fenniyeden Türk halkının istifadesi, değil yalnız Türkiye`nin, garp devletlerinin de alâkasında mündemiçtir. İmdi garp harsı Türkiye`ye nüfuz edebilmek için, garp müelliflerinin eserlerini tercüme ettiren tâbilerin müellif hukukunu tesviyeden muaf olmaları sabittir. Eğer bu babdeki meaburiye ifa olunursa Türkiye, Avrupa harsından bilfiil feragat etmek lâzım gelir.` Türk heyetinin Lozan`da ileri sürdüğü bu noktai nazar bir şartla kabul olundu: Türk hükümeti Türkçeye tercüme olunan eserlerin ihracına müsaade etmeyerek bunlardan ancak Türkiye`de istifade olunmasını sağlamayı taahhüt edecektir.

Neticelere Bir Bakış:

Bern Konvansiyonuna Lozan muahedesiyle istisnaî bir hal içinde iştirak ederken, bunun istikbalde ne gibi neticeler doğuracağı önceden açık ve kat`i olarak tespit edilemezdi. Garp harsından halkımızın istifade etmesi en başta gelen gayemizdir. Bugün sormaya mecbur olduğumuz sual şudur: Halkımız Lozan`dan beri garp harsından bize verilen imkân ölçüsünde faydalanmış mıdır? Buna açık olarak kimsenin cevap verebileceğini sanmıyorum. Türk tâbi ve nâşirlerinin garp müelliflerine telif hakkı ödemeleri meselesine gelince, bu hususta memleketlerle ayrı ve hususî anlaşmalar yapmak belki daha müsmir olabilirdi. Zira şunu söylemek isterim ki telif hakkı ödeme muafiyeti sadece modern eserlere inhisar etmektedir. Klâsik edebiyat ve sanat, zaten bütün insanlığın malı olmuştur. Onlar için bir telif hakkı kaydı yoktur. Klâsik eserlere ilâve olarak garp memleketlerinde ekseriyetle kabul edilen 25 yıllık telif hukuku müddeti, bu müddetin dışında kalan bütün eserleri de dünya halklarının istifadesine arz etmektedir:

Görülüyor ki milletlerarası anlaşma karşısındaki durumumuz yalnız ve yalnız muharriri, müellifi veya yaratıcısı henüz hayatta bulunan yahut da ölümünden itibaren 25 yıl geçmemiş olan eserlere inhisar etmektedir.

Bize verilen muafiyet bu kadar mahdut olmakla beraber, kültür hayatımız içinde birtakım buhranlar yaratmaktadır:

  1. Memleketimizde sanat ve edebiyat bir meslek haline gelememektedir. Çünkü yerli müellife geçinebilmesi için bir telif hakkı ödemektense bu külfetlere katlanmadan selâhiyetli bir garp yazarının eserini çevirtmek patronlarca daha kârlı sayılmaktadır. Şüphesiz bugün Batı dünyasının alkışladığı çapta yazarlarımız yoktur. Fakat bir tedbir düşünülmediği takdirde bundan sonra da olacağı şüphelidir. Sanat, fikir ve edebiyatın inkişaf edebilmesi için bu sahalarda çalışmayı göze alan kimselerin bir istikbal ümid etmeleri kadar tabiî bir şey olamaz. İşte bugün memleketimizde fikir, sanat ve edebiyat sahalarında çalışmak isteyenler, karşılarında rakip olarak Avrupa`nın üstadlarını buluyorlar. Bu üstadlar, kendi memleketlerinde eserlerinin kazanciyle rahat rahat geçinebilen kimselerdir. Ve günlerinin yirmi dört saatine sahib olduklarından, çalıştıkları sahada derinleşmek ve inkişaf etmek imkânını bulabilmektedirler. Böyle bir rekabet karşısında fikir, sanat ve edebiyatın memleketimizde meslek haline gelemeyeceği de tabiidir. Devlet millî sanayii himaye etmek için nasıl yüksek bir gümrük politikası takib ederse yerli fikir, sanat ve edebiyat adamlarını himaye etmek için de öylece bir kültür politikası takib etmek zorundadır. Ancak bütün bir gününe sahib olmakla insan eser meydana getirebilir ve bu eserinin değeri ile kendini geçindirmek imkânını bulduğu gün de onu meslek edinip o işin adamı olur. Bu şekilde bir çalışma, kısa zamanda Avrupa ölçüsünde fikir, sanat ve kültür adamları kazanmaklığımız için zaruridir. Ancak bundan sonradır ki serbest rekabet esaslarına göre hareket etmek ve garplı yazarları rakib olarak ortaya çıkarmak müsbet bir netice verebilir.

(Önümüzdeki Hafta Devam Edeceğiz)