2-Bern Konvensiyonuna istisnai bir şekilde girişimiz bize telafisi imkânsız bir şey daha kaybettirmiştir. Medeniyeti itibariyle Türkiye Orta Şarka hakim bir durumdadır. Balkanlarda ve orta doğuda Türk dili oldukça yayılmıştır. Türkiye, komşuları arasında garpla en önce temasa geçen bir memlekettir. Binaenaleyh garp harsı orta şark memleketlerine Türkiye yolundan ve Türk dili ile pekala yayılabilir bu arada yeni bir terkibe varacak olan Türk harsı da bu memleketlere kolayca tanıtılabilirdi. Fakat ne yazık ki bahşedilen muafiyet, yalnız Türkiye hudutları dahilinde Türk halkının istifadesi için tanınmıştı. Bu kaydın mevcudiyeti kültürümüzü ve sanatımızı hudutlarımız içine kapamıştır.

3-Dilimizin komşu memleketlere yayılamayarak siyasi hudutlarımıza inhisar etmesi, menşei Türk olan eserlerin sayısını da tahdit etmiştir. Böylece ancak memleket münevverlerinin adedi kadar eser basılabilmekte, bunların merak ve alâkalarının çeşidine göre de bu eserlerin miktarı değişmektedir. Bir dil ne kadar çok yayılırsa o dil üzerine kurulmuş edebiyatlar da o kadar genişler ve o nisbette taraftar kazanır. Bugün dünyanın yarı nüfusu İngilizce konuşur. Bunun için İngiliz edebiyatı ölümsüzdür. Bir zamanlar dünya üzerinde Fransız, Alman ve İspanyol dilleri de böyle geniş bir şekilde yayılmışlar ve ait oldukları memleketin harsını arzın en ücra köşelerine kadar götürmüşlerdir. Hümen karakterli eserler için bu bir kültür emperyalizmi değildir. Belki onun tam tersidir.

Hatıra Gelen Çareler:

Muafiyetin böyle geniş ve şumullü neticeler doğurması karşısında muhtelif şekillerde hareket edilebilir. Yukarıda işaret ettiğim gibi yabancı eser sahiplerine telif hakkı vermek mümkündür. Ama bu esas evvelce reddedilmiş olduğuna göre tâbi ve nâşirlerin ödemek mecburiyetinde oldukları meblâğlar bu işin kontrolüne tahsis edilecek bir büronun emrinde toplanır. Böylece modern müelliflerden tercüme yapan veya yaptıran her şahıs prim vermeye mecbur tutulmuş olur. Böyle bir çare tavsiye etmemizin sebebi yabancı şöhretlerin rekabetini izale etmek içindir. Bu çare aynı zamanda tercüme faaliyetlerini başıboş olmaktan kurtaracaktır. Zira telif hakkı ödememek imtiyazı, tâbi ve nâşirleri, rasgele her eseri tercüme etmeye teşvik eylemektedir. İkinci harb içinde böyle sistemsiz ve şuursuzca yapılan veya yaptırılan tercümelerin kültür hayatımızı ne kadar sarstığı açıkça görülmüştür. O kadar ki bugün bu sahada yeni bir modanın türediğine şahit oluyoruz. Şimdi tâbiler filime çekilmiş roman ve hikâyelerin tercümesiyle meşgul olmaktadırlar. Bittabi işin içinde telif hakkı ödemek yahut tavsiye ettiğimiz prim verme mecburiyeti olursa, telif eserler daha çok rağbet görecek, tercümelerse büyük bir dikkat ve itina ile seçilerek yapılacaktır.

Hemen ilâve edelim ki Milli Eğitim Bakanlığı şimdiye kadar yapılagelen başıboş tercümecilik yanında ilk olarak plânlı bir şekilde batı kültürünün temel eserlerini dilimize mal etmek teşebbüsüne geçmiş, bu suretle ticari bir gaye ile çalışan tâbi ve nâşirlere ibret alınacak bir örnek olmuştur. Hiçbir hususi müessese, telif ücretinden muaf bulunduğu halde, bir Sofokles`i, bir Öripides`i, bir Seneca`yı Türkçeye çevirtip neşredemezdi. Şu küçük fakat canlı misalle de bir kere daha anlıyoruz ki kültür işlerine Devletin anlayışlı müdahalesi karışmazsa müsbet bir netice almak imkânsızlaşır:

Dilimiz, edebiyat ve fikir eserlerinin telifi için mahdut ve istikrarsız bir durumda bulunduğundan bu kabil neşriyat hudutlarımız dışına çıkmamaktadır. Böylelikle eserlerimizin değer ölçüsü memleket seviyesinde teşekkül etmektedir. Halbuki günümüzde bu ölçü dünya çapına yükselmiştir. Artık her eser milletler arası piyasada boy göstermek ve orada uyandıracağı alâkaya göre kıymetlendirilmek mecburiyetindedir. Türk yazar ve sanatçılarının gerçekten bir kıymet ifade eden eserlerini bu beynelmilel piyasaya intikal ettirmek meselesi de üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değer.

Vasıl olduğumuz hakikat odur ki, bir memleket ancak kültür ve sanat eserleriyle yaşayabilir. İngiltere denince hatıra Kraliçe Elizabet`ten evvel Shakespeare gelir. Fransa bize Luis`lerin saltanatlı hayatından önce Moliere`leri, Voltaire leri hatırlatır. Almanya`dan bahsedildiği zaman herkes hatta Bismarck`tan önce Goethe ve Schiller`i anlar. Yalnız bizim memleketimizdir ki ismi geçtiği vakit bir kaçbüyük devlet adamı akla getirir. Koca Sinan gibi deha sahibi adamlarımız sık sık bahsedilmedikleri için çoktan unutulmuşlardır. Her ihtiyaçiçin tahsisat bulan ve ayıran Hükümetimiz kültür propagandası yolunda hiçbir çare düşünmemiş ve hiçbir teşebbüste de bulunmamıştır. Halbuki büyük ve deha sahibi olduklarında ittifak edilen şahsiyetler biraz da bu vasıflarıyla empoze edilmiş olduklarından böyle tanınırlar. Shakespeare, Moliere ve Goethe yıllardan beri bu sıfatlarla anılmışlardır. Bugün dünyanın her tarafındaki münevverler de onları kendilerine tanıtılan büyük ve dâhi vasıfları içinde anlar ve kabul ederler. Beynelmilel ansiklopedilerin çoğunda Türk sanat ve kültürüne dair maddelere rastlamak imkânsız gibidir. Yabancı memleketler Türk harsını tanımak hususunda lakayt kalmışlarsa bunun en büyük sebebi bizim kendimizi tanıtmak babında gösterdiğimiz ihmaldir. En yakın bir misal olarak Sovyet Rusya`nın kültür propagandasını zikredebiliriz. Dillerinin beynelmilel olmaması sebebiyle Ruslar, eserlerinden her memleketin faydalanması ve bu arada da kendi kültür kalkınmalarının tanınması için Almanca, İngilizce ve Fransızca dillerinde yayım yapmaktadırlar. Hatta daha ileri gidilerek bazı memleketlerde bürolar ve neşriyat evleri kurmuşlardır.

Hiçşüphe yok ki böyle bir teşebbüs şahıslar eliyle başarılamaz. Burada da Devletin tedbirli ve anlayışlı müdahalesi ve tahsisatı iş görebilir.

Bizzat Devlet Türk fikir ve sanat adamlarını ve onların meydana getirdikleri eserleri geniş ölçüde himaye etmek işini üzerine almayarak bunu yalnız senelik mükâfatlarla kurtarmak yoluna giderse bu takdirde elde edilecek netice sadece kuvvetli istidatların keşfi olacaktır. Mükâfatı kazanan kimseler pek muhtemel olarak elde ettikleri para ile verimli işlere teşebbüs edip ondan sonraki geçimlerini ticaret gibi davanın ruhuna aykırı sahalardan temin edeceklerdir. Görüyoruz ki ne miktara baliğ olursa olsun mükâfat vermek usulü memleket sanat ve kültürü için yaratıcı bir rol oynamamaktadır.

Bununla mükâfat usulünün zararlı olduğunu yahut ta kaldırılması lâzım geldiğini söylemek istemiyoruz. Fakat kabiliyetini isbat etmiş olan elemanları fikir ve sanat yolunda tutabilmek İçin daha başka çareler düşünülmesinin lüzümlu olduğuna işaret etmeği faydalı buluyoruz. Bu arada yapılabilecek işlerden biri, yukarda da arz ettiğim gibi, gerçek değer taşıyan eserleri Fransızca, Almanca, İngilizce dillerine tercüme ettirerek Avrupa ve Amerika`nın maruf müesseseleri eliyle dünya piyasasına intikal ettirmektir. Bu usulün teşvik bakımından tesiri pek büyüktür. Diğer taraftan kuvvetli istikbal vadeden şahısları vazifeye davet etmek suretile onları kendi çalışma sahalarında meslek sahibi yapmak lâzımdır. Burada en büyük rol gazetelere teveccüh eder. Esefle görüyoruz ki -gazeteciliğimizin yüz yıllık mazisi olmasına rağmen- bugün memleketimizdeki gazetelerin hiçbirinde kontratla bağlanmış tek bir sanat münekkidi yoktur. Günlük gazetelerimizin sanat ve fikir hadiselerine karşı lâkayd bir tavır takınmasından dolayı kimi mes`ul edebiliriz? Müessese halinde teşekkül etmemiş, kuvvetli bir sermayeye dayanmayan amatörce teşebbüsler fikir ve sanat hayatımızın makesi olamazlar. Ne yazık ki cumhuriyetten beri mecmuacılığımız böyle perakende ve süreksiz faaliyetlere inhisar etmektedir. Bu kabil teşebbüsler fikir ve sanat adamlarımızı geçindirmek imkânlarından çok uzak bulunmaktadır. Biliriz ki Fransa`da (La Revue des Deux Mondes)a on beş günde bir makale yazmakla Sainte Beuve müreffeh yaşardı. İngiltere, Almanya, Amerika hatta İtalya, İsviçre ve Belçika`da bu çeşit misallere her vakit tesadüf edilebilir.

Telif hakları ilk bakışta basit ve belki de üzerinde durulması manasız bir mesele gibi görünür. Halbuki yukarda izah ettiğimiz veçhile memleketimiz bakımından bu mesele çok büyük bir ehemmiyeti haizdir. Bu gün kültür hayatımız çetin tehlikeler karşısında bulunmaktadır. Matbuatta fıkra muharrirleri sadece edebiyatımız yok, sanatımız yok, bir felsefi dünya görüşümüz yok diye feryat edip duruyorlar. Fakat bunların mevcut olmayışının veya olamayışının zaruri sebeplerini araştırmak yoluna gitmiyorlar. Bu yazıda işaret ettiğimiz meseleler bugün bütün çıplaklığı ile göze görünenlerdir. Henüz şiddetini duymadığımız daha bir nice kültür davası ortaya yayılmak için olgunlaşmayı bekliyor. İşe tek bir cepheden bakmak manzarayı tam olarak görmeye manidir. Çok taraflı büyük bir dava karşısında bulunuyoruz. Bu davada Devlete düşen işler olduğu gibi fertlere ait vazifeler de vardır. Bu arada ilk hatıra gelen Muharrirler Cemiyeti, Sanatkârlar Cemiyeti yani fikir hareketlerini temsil eden cemiyetler ve kulüplerdir. Fertler teşkilatlanmak arzusunu kuvveden fiile çıkarıp organize bir hal aldıkça dertler ve meseleler resmî makamlara daha kolay ve daha tam bir şekilde duyurulacak, Devlet te karşısında ciddî teşebbüsler görünce yardım plânları ve himaye tasarıları üzerinde düşünüp harekete geçebilecektir.

Türk yazarlarının korunması, verimli bir duruma getirilmesi yolunda bu, atılacak olan ilk adımdır. Yazarlarımızın tam bir refaha kavuşması, yalnız memleket için değil, memleket dışında da ilgi uyandırması için alınması gereken başka tedbirler de vardır. Bunlardan da başka bir yazımda bahsedeceğim.